24 Eylül 2007 Pazartesi

Mezarlıkta...

Mezarlıkta...


Justiniani Alberto'nun ölümü hiç beklemediğimiz bir anda yakalamıştı hepimizi. İki yıl önce geçirdiği kazayı belki önemsiz birkaç kırıkla atlatmıştı ancak yine de yakından tanıyanlar bir değişim fark ediyordu halinde. Çok dalgındı. Biriyle konuşurken sanki kaza sonrasında polise ifade veriyormuş gibi açıklıyordu her şeyi. Ne olup bittiğini hiç anlamamış birinin, sanki anlaması gereken şey, olaylarda değil de kelimelerde gizliymiş gibi kendi kendine belirli cümleleri tekrarlamasından farkı yoktu. Kaza sonrasında ben yanında değildim ama yine de gözlemlerine oldukça güvendiğim Stanislav Innocento böyle tanımlamıştı durumunu. Haklıydı.

Dr Innocento sanırım bu ölümden en çok etkilenen kişi oldu. Sadece kazada Alberto'nun yanında olması nedeniyle değil. Uzun seneler onun asistanlığını yapmıştı. Aralarında bir hoca-öğrenci ilişkisinden çok bir baba-oğul ilişkisi vardı. Her yıl başında öğrencileri karşısında, kendini ve dersini tanıtırken bildiği her şeyi Alberto'dan öğrendiğini mutlaka vurgulardı.

Bu, aslında birçok kişi için geçerli. Örneğin ben de Alberto'un derslerini takip eden şanslı insanlar arasındaydım ve sadece bu büyük insanın yakınında olmak, onun soluduğu havayı nasıl bir dehaya dönüştürdüğünü görmek bile karşısındakini büyüleyebiliyordu.

Neden bilmiyorum, bir dahiyi anlatmanın en iyi yolu bazen onun tuhaf davranışlarından bahsetmek oluyor. Belki böyle bir betimleme herkesin anlayabileceği bir dil olduğu için. Öyle ya, sonuçta yoldaki herhangi bir adam için Justiniani Alberto'nun fizikte devrim yapan son teziyle, aynı adamın lise birdeki oğlunun eğik atış denklemi arasında en ufak bir fark yok. Her ikisi de aynı uzaklıkta onun için. Ama örneğin tutup da Alberto’nun bir dersinde yanlışlıkla Çince konuşmaya başladığını ve bir öğrenci sonunda dayanamayıp uyarana kadar da -ki yaklaşık kırk beş dakika- böyle devam ettiğini söylesem içeriğini bilmese de bir mit kurulmuş olacaktır muhakkak. Yo hayır. Akademi dünyası için içi boş bir mit değildi Alberto. Hatta belki bu mit gerisinde kalıyordu onun.

Dr. Innocento’yu tanıtmak amacıyla başladığım bu yazının, başka bir insan üzerine böylesine odaklanması ilk başta saygısızlık -Dr. Innocento’ya saygısızlık- olarak görülebilir. Ancak birkaç nedenden dolayı Alberto’yu tanıtmadan, Innocento’yu anlatmanın imkansız olduğunu düşündüğüm için böyle uzun bir yolu tercih ettim.

İlk nedene yukarıda zaten değindim. Aralarındaki yakın ilişki... ki sadece bu nedenle bile Dr. Innocento’nun beni hoşgöreceğini hatta ve hatta takdir edeceğini biliyorum.

Ancak ikinci ve çok önemli bir nedeni daha var: Justiniani Alberto sadece Dr. Innocento için değil başka bir araştırmacı için de çok belirleyicidir: K. von Beangeul. Dolayısıyla Innocento ve von Beangeul arasındaki çekişmenin düğüm noktasıdır aynı zamanda Justiniani Alberto.

Her şeyden önce her ikisi de Alberto’nun öğrencisidir ve bu çekişmenin izlerini oldukça uzak bir geçmişe kadar takip etmek mümkündür. Ama asıl fırtına, “fonksiyonel belirlenimciliğin gölgesinde kültür nesneleri” konusunda çalışmalarının birbirine çok yakın olduğunun ortaya çıkmasıyla kopar. Aslında sadece bir dönem ödevidir...bir kavgaya dönüşür. Her iki taraf da birbirini tezini çalmakla suçlar. Ve seneler boyunca devam eder bu düşmanlık.

Bu geçmişi bilenler için Alberto’nun cenaze töreninin farklı bir anlamı vardı: Innocento ve von Beangeul, akademik dergi sayfalarının dışında ilk kez karşı karşıya gelecekti. Kimse sonucu öngöremiyordu.

Père Lachaise’in 25. bölümünde, büyük bir kalabalık ve von Beangeul bir süredir bekliyordu, Innocento ise daha geç geldi. İkisi yaklaştı, el sıkıştı ve samimi bir şekilde birbirlerine taziyelerini iletti. Korkulan olmamıştı. Hepimiz derin bir nefes almıştık. Hatta bu rahatlama, acı kaybımızı bir an için gölgede bırakmıştı: Herkesin yüzüne bir gülümseme yayılmıştı.

Ancak ne yazık ki çok kısa bir süre içindi hepsi. Sıra cenaze konuşmasını yapmaya geldiğinde herkes kafasını Dr. Innocento’ya çevirmiş, onun gözlüklerini takıp, cebindeki kağıt tomarını çıkarmasını izlerken, arka taraftan von Beangeul’ün sesi duyuldu.

“Burada toplanmamız ne kadar boş hepimiz biliyoruz. Şu çukurda yatan adam için çıkarılan bu toprak biziz aslında.”

Böyle başlıyordu konuşması. Etkileyiciydi. Sanırım bu yüzden de Dr. Innocento’ya haksızlık yapıldığı o an herkes tarafından unutuldu. Dr. Innocento hariç.

Böylelikle bu iki insanın arası bir daha onarılmayacak şekilde açılmış oldu.

Ancak başka açıdan çok tuhaf bir sonucu daha oldu bu defin töreninin: Bir sonraki sene Dr. Innocento anma törenleri için mezarlığa büyük bir kalabalık eşliğinde gelmiş ve diğerinden daha etkileyici bir konuşma yapmıştı. Bu durum, konuşmacı her sene değişmek üzere uzun bir dönem boyunca devam etti. Görülmemiş bir şeydi, bir cenaze konuşmasına yanıt vermek.

Hatırlıyorum, 1986 yılında Flamminton yayınları, konuşmaları bir derleme olarak bastığında oldukça şaşırmıştım. Belki de, edebiyat dünyasında yepyeni bir alan açmış oldular istemeden; cenaze söylevleri.

Tüm bunlar hem dönemin atmosferi hem de Dr. Innocento’yu biraz daha yakından anlatmak içindi. Ancak biliyorum, bir kişiyi dışarıdan tanıtmanın sınırını aşmadan sözü kendisine bırakmak daha doğru.

İyi Sıhhatte Olsunlar derneği olarak, her ne kadar temel metinlerinden biri olmasa da bu topraklarla da ilişkili olduğu için Dr. Innocento’nun Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden Bir Sayfa adlı yazısını yayınlamayı daha uygun gördük.


İyi Sıhhatte Olsunlar Derneği

Hiç yorum yok: