25 Eylül 2007 Salı

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 1 - Dr. Stanislav Innocento

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 1


Jeologlar, bilgiç köstebekler gibi, dünyamızın yaşını tespit etmek üzere yerkürenin katmanlarından çok çeşitli örnekleri toplayarak, bilgisayarlarının başında hesap kitap yapar ve bu önemli meseleye dair elde ettikleri sonuçları kimsenin okumadığı bazı üniversite dergilerinin sütunlarında birbirlerine gizlice duyururlar. Orta Asya steplerinden alınan örnekler Büyük Kanyon’dan kayaç örnekleriyle, yarasaların bile barınamadığı mağaralardan getirilen taşlar, bir dağ başında bulunan deniz kabuklarıyla karşılaştırılır ve bu böylece devam eder. Bu “çarpıcı” konu elbette öteden beri yeryüzünün sakinlerinin ilgisini çekmekteydi. Ne var ki onların yaklaşımı, meseleyi ele alış tarzları ve kullandıkları dil, aşağıda bütün ayrıntılarıyla görüleceği gibi bir hayli farklıydı ve dolayısıyla umulmadık girişimlere yol açmıştı...

“Yaşlı dünyamız”dan söz açtığımızda hiç de farkında olmayarak onu canlı, hayat süren bir organizmaya benzetiriz. Ya da yağmur ormanlarından bahsederken, “dünyanın ciğerleri” deriz. Ama bunlar artık seyircileri bile bezdiren banal belgesel retoriğinin parçası olmaktan başka bir anlam taşımazlar bizim için. Dünyayı yaşam barındıran, katılaşmış, soğumuş bir küre olarak görmeye alışmışızdır. Eskiler ise şaşırtıcı bir biçimde yalnızca yeryüzündeki ağaçları, otları, hayvanları değil, bizzat yerküreyi de bir canlı olarak tasavvur ediyorlardı. Bugün bizler için anlaşılması güç bir düşünceyle, tanıdık mikrokozmos-makrokozmos denkliğinden hareket ederek insanı dünyaya, dünyayı da insana benzetecek kadar ileri gidiyorlardı. Hatırı sayılır, ciddi bazı düşünürlerin de savunduğu bu görüşe göre insan, küçük dünya, dünya ise büyük insandı. Buna göre de yapıları birbirine hayli benziyordu. Eminim bir çok okuyucu Foucault’nun “Kelimeler ve Şeyler”ini, giriş bölümündeki göz alıcı Las Meninas tahliliyle hatırlamaktadır. Benim daha ilginç bulduğum “Dünyanın Üslubu” başlıklı bölümde ise Foucault eskilerin, dünya ile insan arasında kurduğu bu gizemli bağdan söz ederek bazı örnekler verir. Söz gelimi Crollius, insan vücudunu ele alırken etinin toprak, kemiklerinin kayalar, damarlarının büyük nehirler, sidik torbasının deniz ve yedi esas organının da maden yataklarındaki yedi metal olduğunu ifade eder. Benzer şekilde, dev horozuyla tanıdığımız Aldrovandi, insanın alt taraflarını dünyanın pis yerlerine hatta cehennemin karanlıklarına benzetir. Bu tasavvurlara göre herhangi bir kriz ya da bir beyin kanaması ile bir fırtına arasında ilişki kurmak mümkündür. Fırtına nasıl hava ağırlaştığında başlamakta ve atmosfer çalkantılı hale gelmekteyse, kriz de düşünceler ağır ve zihin kaygılı olduğunda patlak vermektedir! Daha sonra bulutlar yığılmakta, karın şişmekte, fırtına patlamakta, sidik torbası parçalanmaktadır, şimşeklerin çakmasına karşılık gözler parlamakta, yağmur yağmasına mukabil ağız köpürmekte ama sonunda hava yatışmakta ve hasta da kendine gelmektedir.

Elbette bu ve benzeri tasavvurlar batıya özgü değildi. Bu da bizi gelmek istediğimiz yere getiriyor. Geçtiğimiz yıl İstanbul’a, “Onyedinci Yüzyıla Ait Yazmalarda Kâtip Hataları” konulu bir konferansa davet edilmiş ve sadece 7 kişinin katıldığı etkinliğin başarılı bir şekilde tamamlanmasından sonra, “saha” araştırmalarında bulunmak üzere bu büyük şehirde bir süre daha kalmıştım. Özel bir izinle çalıştığım Atıf Efendi Kütüphanesi işlek bir cadde üzerinde olsa da, kaldırımı doldurmuş seyyar satıcıların öbek öbek mallarının ve adım başı karşınıza çıkan fahişelerin arasından geçerek, kütüphanenin geçmişte kalmakta direnen sessiz okuma salonuna ulaşmak biraz zahmetliydi. Eski eserlerle dolu kütüphaneler, buralara yolu düşen herkesin bildiği gibi, daima sürprizlere gebedir ve çekmeceler dolusu fiş, yazmaların kimliği konusunda her zaman doğruyu söylemez. Arapça bir astronomi kitabının 17. yüzyılda yapılmış bir çevirisini incelemek üzere görevlilere başvurduğumda beni neyin beklediğinden habersizdim. Pencere pervazlarına konan güvercinleri seyrederek geçirdiğim birkaç dakikanın ardından, kütüphanedeki tek okur olduğumu da bu arada söylemeliyim, görevli, bir öksürükle kitabımın geldiğini belirtmiş oldu. Dönüp baktığımda, monoton saatlerinin uykulu akışı münasebetsiz bir okur yüzünden kesintiye uğrayan bu beyefendiyi tekrar yorarak kızdıracağımı düşündüm, çünkü elindeki cilt, beklediğim kitap için hayli hacimliydi, neredeyse iki katı kadar. Üstelik fişte, bunun başka eserleri de barındıran bir mecmua olduğu kaydedilmemişti. Ama bilirsiniz, önünüze kadar gelmiş olan bir kitabı tek bir sayfasını bile gözden geçirmeden geri göndermek olacak iş değildir. Bu yüzden teşekkür ettim ve kalın cildi saygıyla tutarak pencere kenarındaki aydınlık masalardan birine oturdum. Tahmin ettiğim gibi, bu, istediğim kitap değildi. Çokça okunan popüler bir zikir risalesi ile başlıyordu yazma. Daha sonra kısa bir dini mesnevi geliyordu. Ve nihayet, hiç işitmediğim, Serserî mahlaslı, görünüşe bakılırsa ikinci sınıf bir şairin tatsız şiirleri vardı. Sandalyemden kalkmış, kitabı geri vermek üzere, kalan kısmı aceleyle gözden geçirmekteydim ki, şaşkınlıkla tekrar yerime oturdum. Yazmanın üçte ikisi, işlek bir el yazısıyla yazılmıştı ve bir an için hiçbir şey okuyamamıştım. Derken çok şaşırtıcı bir biçimde, sağdan sola değil, soldan sağa yazıldığını farkettim. Böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyordum ve elbette incelemeye değerdi. Ne var ki, sabırsızlıkla satırdan satıra, sayfadan sayfaya atladıkça can sıkıntım artıyordu, çünkü okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyordum. Tuhaf kelimeler birbirini kovalıyordu ve eserin hangi dille yazılmış olduğunu anlamak mümkün değildi. Oysa yazı çok okunaklıydı. Ceketimi çıkarıp daha büyük bir dikkatle sayfalara eğildim ama nafile. Üstelik, ne sonda, ne de bu bölümün başladığı sayfada en küçük bir açıklama yer almıyordu. Tarif edilemeyecek can sıkıntımı anlatmaya kalkmayacağım. Kapanış saatinin yaklaştığını fark edince, aceleyle üç sayfayı defterime kopya ettim ve kitabı büyük bir endişeyle geri verdim. Endişemin sebebi çocukçaydı, çünkü tekrar geldiğimde bu özel yazmayı bulamayacağımdan korkuyordum.



Stanislav Innocento

Hiç yorum yok: