25 Eylül 2007 Salı

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 2 - Dr. Stanislav Innocento

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 2

Ama ertesi gün kütüphaneye gidemedim: Salaş bir lokantada iki tabak çorba içtikten sonra soluğu aldığım odama kapanarak, kopya ettiğim üç sayfaya yumuldum. O gece ve takip eden dört gün boyunca bir tek kelime okuyamadım. Küçük bir otel odasında kafa patlattığım saatleri uzun uzadıya anlatmaya niyetim yok. Yalnızca sonucu, yani keşfimi aktarmakla yetineceğim. Önümdeki üç sayfadan hiçbirşey anlamıyordum, çünkü görünüşe bakılırsa hiçbir dile ait değildi. O halde geriye bir tek olasılık kalıyordu: Metin şifrelenmişti. Bu düşüncemde haklı da çıktım. Ne var ki, bu deşifre aşamasını da atlamayı tercih ederek, doğrudan yazmanın içeriğine geçmek istiyorum. Karşımda duran bir günlüktü. On yedinci yüzyıl Osmanlıcasıyla kaleme alınmıştı ve sadece hacim itibarıyla dahi sanırım bir benzerine sahip değiliz bugün. Günlük, 1667 zilkadesinden 1668’inkine kadar bir yıllık bir süreyi kapsıyordu. Günlüğün sahibi ismini açıklamıyordu, çünkü aslında çoğu zaman kendi adına değil, bir tarikat adına konuşuyordu. Krakow’a cd’ye aktarılmış bir kopyasını götürdüğüm günlük üzerinde aylarca yaptığım çalışmalardan sonra bulduklarımı aşağıda özetleyeceğim.

Yazımın giriş kısmının sonunda değindiğim gibi canlı bir varlık olarak dünya tasavvuru batıya özgü değildi. İslam coğrafyasında da değişik zamanlarda bu düşünceyi dile getirenler olmuştu. İşte gizemli günlüğün ana konusu da buydu. On yedinci yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da, bugün hala ziyaretçi akınına uğrayan Eyüp semtinde, gizli bir tarikat kurulmuştu. Üyelerinin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ama bu sayının pek fazla olmadığı rahatlıkla tahmin edilebilir. Tarikat, tahmin edilmesi güç bir düşünce etrafında toplanmıştı ve kesinlikle heretik bir kimliğe sahipti. 10. yüzyılda meşhur risalelerini kaleme alan İhvan-ı Safa’nın düşüncelerinden esinlenmişlerdi ve anlaşılan o ki İhvan, kendileri için bir yer altı örgütü olarak da model vazifesi görmüştü. İhvan-ı Safa risalelerinin birçok konuya el atmasına karşılık cemaat bunlardan yalnızca biriyle takıntılı bir şekilde ilgileniyordu: Dünyanın, büyük bir insan olarak tasavvuru. Crollius’un yukarda alıntılanan düşüncelerine çok benzer biçimde İhvan da 10. yüzyılda şöyle yazmıştı: “Vücut toprak gibidir, kemikler dağlar, beyin madenler, uyluk deniz, bağırsaklar nehirler, sinirler ırmaklardır. Vücuttaki kıllar bitkiler gibidir ve kıllı bölgeler verimli toprakları, kılsız bölgeler de bataklıkları andırır. İnsanın nefesi rüzgardır, gülmesi öğle ışığıdır, gözyaşları yağmurlardır, üzüntüsü gecenin karanlığıdır...” On yedinci yüzyılın sapkın tarikatı, işte bu düşünceleri, kendi tuhaf tasavvurları ve idealleriyle birleştirmiş ve üstelik bunu bir Kur’an ayeti ile de desteklemişti. İlgili ayette dünyanın omuzlarına kadar onun üzerinde dolaşmaktan bahsediliyordu ve en eski tefsirlerde dünyanın omuzlarının dağlar olduğu dile getirilmişti. Tarikat, İslam coğrafyasında ve belki batıda da, en azından o tarihlerde eşi görülmemiş biçimde Tanrı’ya ve yaratıklarına baş kaldırarak, yaratılışın en güzel örneği ve zirvesi olan insanoğlunu ve dünyayı ortadan kaldırmayı planlıyordu. Ancak onların elinde kitle imha silahları ya da kimyasallar bulunmuyordu. Bunların yerine İhvan’ın nakledilen fikirleri üzerine kafa yorarak insan-dünya benzetmesini tersinden okumayı aklettiler. Eğer insan dünyaya benziyorsa dünya da insana benziyordu, dahası dünya adeta büyük bir insan ise, onu öldürmek, yeryüzündeki hayatı ortadan kaldırmanın en kestirme yolu olacaktı. Dünyayı öldürmek! Bu sarsıcı şiirsel ifadenin büyüsüne kapılmakta gecikmeyen tarikat, teorik çalışmalarını hızlandırmış ve dünyayı öldürmenin yollarını aramaya koyulmuştu. İhvan’ın yazdıkları bir kez yerli yerince anlaşıldıktan sonra aslında herşey kendiliğinden gelmişti. Dünya, bir insan nasıl öldürülüyorsa o şekilde öldürülecekti. Eğer dünyanın yapısı, insan vücudunun birebir bir örneği ise, hayati uzuvlara yapılacak ölümcül bir saldırı tarikatı amacına ulaştıracaktı. Bu noktada üyeler arasında, tarikatın hayal gücünü ve düşüncelerinin sınır tanımazlığını gözler önüne sermesi bakımından ilginç olan bazı tartışmalar boy göstermişti. Üyelerin bir kısmı, İhvan’ın “insanın nefesi, rüzgar gibidir” ifadesinden hareket ederek, rüzgarların esmesine engel olmak suretiyle dünyanın nefesini kesmeyi, daha doğrusu onu boğmayı öneriyordu. Görüşlerini Kazvini’nin kozmografyası ile destekliyorlardı. Kazvini, rüzgarların esmesi ile yeryüzünde canlıların hayatı arasındaki açık bağlantıyı dile getiriyordu. Rüzgarlar sayesinde nihayet yağmur yağmakta, bitkiler büyümekte, hayvanlar ve insanlar beslenmekteydi vs. vs. Fakat burada bir güçlük vardı zira aynı Kazvini, rüzgarların ortaya çıkış sebebini dağların varlığına bağlıyordu ve aslında konuyu ele aldığı bütün bir bölümü dağların varlığının sebebine dair kendine yönelttiği sorunun cevabı olarak kaleme almıştı. Bu durumda rüzgarları ortadan kaldırmak için hava akımlarına geçit vermeyerek onların oluşmasına neden olan dağları yok etmek gerekiyordu ki bunun nasıl yapılacağı bir muammaydı. Yine de dünyayı boğmayı öneren bu üyeler ilginç bir fikir eklediler. Yeryüzündeki bütün dağları yok etmek elbette mümkün değildi. Ama herkes bilmekteydi ki, bütün dağlar neticede, dünyayı çevrelediği söylenen Kaf Dağı’nın küçük uzantılarından başka bir şey değildi. O halde yalnızca Kaf Dağı’nın yok edilmesi yeterli değil miydi? Tartışmanın bu noktasına kadar karşı delillerle projenin güçlüğüne ya da imkansızlığına dikkat çeken diğer üyeler, bu kuvvetli arguman karşısında sessizliğe mahkum kalmışlardı. Sonuçta, teorik çalışmalar süredursun, projenin hayata geçirilebilirliğini sınamak üzere meşhur ve meçhul Kaf Dağı’na bir keşif seferi tertip edilmesine karar verilmişti. Üyelerden üçü, tüccar kılığına girerek doğuya doğru –neden batıya değil bilinmez- bir yolculuğa gönderilmişlerdi. İran üzerinden Hindistan, Tibet, Çin ve Maçin’e ve belki de dünyanın sonuna kadar devam edecek olan bu yolculukta amaç Kaf Dağı’nı bulmak ve yıkılıp yıkılmayacağını anlamaya çalışmaktan ibaretti. Elbette bu keşif heyeti dönene kadar tarikat çalışmalarına devam edecekti. Nitekim, dünyanın nasıl öldürüleceğine dair birbirinden parlak fikirler sergilemeye devam ettiler. Buna göre bir ikinci grup hararetle, insan hayatının kalp atışlarıyla devam ettiğini, dolayısıyla dünyanın da kalp atışları, yani bir kalbi olması gerektiğini savunuyordu. O halde tek yapılması gereken, Kaf Dağı’nı ve onu ortadan kaldırma yollarını arayacak yerde, dünyanın kalbini bulup ona dev bir hançer saplamaktı. Bu fikir, dünyayı boğma projesinden daha makul bulunmuştu ve üzerinde büyük bir titizlikle çalışıldı. Ne var ki, İhvan onca şey arasında dünyanın kalbinden bahsetmemişti. Ama eğer dünyanın yapısı, insan ile aynıysa mutlaka bir kalbi de olmalıydı. Tarikat üyeleri, midye gibi canlıların bir kalbi olamayacağında ama dünya gibi büyük bir organizmanın mutlaka büyük bir kalbe sahip olması gerektiğinde hemfikirdi. Peki bu kalp nerede olabilirdi? Yanıt basitti: Eğer dünya küreyse kalp, merkezden başka nerede olabilirdi? O andan itibaren tarikat üyelerinin tutkulu düşünceleri dünyanın kalbine saplanacak hançerin ışıltısıyla aydınlanmaya başlamıştı. Yine de tıpkı Kaf Dağı şıkkında olduğu gibi, yapılacak en iyi şey öncelikle dünyanın merkezindeki bu kalbi bulmaktı. Bu sırada üyelerden yalnızca bir tek kişi enteresan bir çözüm önerdi. Gündelik tecrübelerden bilindiği gibi, bir insanın ayağına saplanan bir iğne çoğu zaman kalbe “yürürdü” ve ölüme de sebep olurdu. Öyleyse dünyanın kalbini araştırmaya gerek yoktu, herhangi bir noktadan yeryüzüne saplanacak dev bir iğne, sonunda kalbe ulaşarak dünyanın ölümüne sebep olacaktı. Gelgelelim bu pratik ve yaratıcı fikire pek rağbet edilmedi. Nedeni sanırım, tarikat üyelerinin işlerini şansa bırakmak istememeleri ve daha da önemlisi, böyle bir iğnenin, dünyanın kalbine varmasının yüzyıllar, belki de binyıllar alacağının bilincinde olmalarıydı. Tarikat, dünyayı kendi elleriyle öldürmek, bu ölüme tanık olmak istiyordu. Üzerinde yaşadığı, onunla beslendiği dev gibi bir canlıyı öldürmeye kalkan bir parazite benziyorlardı. Evet, bir çok hesaplamadan ve yüzlerce kitabın taranmasından sonra bir keşif seferine daha karar verildi. Ama bu defa heyet dört kişiden oluşacaktı. Çünkü dünyanın, o güne kadar hiç bilinmedik bir bölgesine gidilecekti. Ne gibi tehlikelerle karşılaşılacağı hakkında kimsenin bir bilgisi yoktu. Eğer “kalp” bulunursa, dev hançerin yapımına başlanacaktı. Yolculuğun ilk adımı ilginçti. Kaynaklarını tam olarak bulamadığımız bir düşünceyle dünyanın merkezine yapılacak bu seyahatin başlangıç noktasının Çemberlitaş olmasına karar verilmişti. Heyecanlı beş üyenin, malzemelerle yüklü heybeleri sırtlarında, ellerinde meşaleler, Çemberlitaş’ın altından, sonunda dünyanın kalp atışlarını duyacakları uzun ve güç yolculuğa çıktıkları geceyi canlandırmak güç değil. Hedefe ulaşmak üzere her türlü güçlüğünden üstesinden gelmeye karar vermiş olduğu anlaşılan tarikatın geri kalan üyeleri dünyayı öldürmenin yollarını araştırmaya devam etti. Ne var ki, eldeki imkanların yavaş yavaş tükenmesiyle olacak, sadece tek bir projeyi daha denemeye karar verdiler. Dünyaya suikast girişiminin bu son şıkkının anafikri onu zehirlemekti. Zehirleme ve zehirlenme vakaları eskilerin uzmanlık alanlarından biri olduğuna göre, zehirin kana karışarak ölüme yol açtığını bulgulamakta zorlanmamış olmalılar. O halde yapılması gereken, koskoca dünyayı öldürecek olan zehri, onun damarlarına yani nehirlere zerketmekti. Bu aşamada tarikat, dağları ortadan kaldırmaktaki güçlüğün bir benzeriyle karşılaştı. Çünkü dünyanın bütün nehirlerini zehirlemeye, kabul etmeli ki imkan yoktu. Peki bütün nehirlerin kaynağı bulunamaz mıydı? Kimileri ise en büyük nehir olan Nil’in zehirlenmesinin yeteceğini, en azından Nil zehirlenirse dünyanın hatırı sayılır derecede hasta düşeceğini, bünyesinin bozulacağını savunuyordu. Sonuçta bu iki görüş birleştirildi. İnanışa göre, hadislerde dile getirildiği gibi Nil, cennet nehirlerinden biriydi ve nehirlerin en büyüğüydü. O halde bütün nehirlerin kaynağını bulmak için onun kaynağına ulaşılmalıydı. Böylece üçüncü ve sonuncu keşif seferinin de Nil’in kaynağına, efsanevi Cebelü’l-Kamer’e yani Ay Dağları’na yapılmasına karar verildi. Çok geçmeden bu heyet de yola koyuldu...

Dünyamız bugün hala yaşadığına göre bu üç keşif heyetinin akıbetini tahmin etmek güç olmasa gerek. Günlüğe bakılırsa aylar ayları takip etti ama ne Kaf Dağı’ndan, ne dünyanın merkezinden ne de Nil’in kaynağından bir haber çıktı. Tarikat, beklenmedik bir yenilgiyle yüzyüze gelmişti. Projenin sonu hakkında elimizde şimdilik doyurucu bir belge yok ama üyelerin hayatlarının son bulmasıyla beraber tarikatın da ortadan kalkmış olması hayli muhtemel. Konuya ışık tutabilecek bir başka yazma keşfedilinceye kadar bu bilgilerle yetinmek zorundayız. Yeryüzünün gizli tarihine dair aktaracaklarımız şimdilik bundan ibaret.


Stanislav Innocento

Hiç yorum yok: