27 Eylül 2007 Perşembe

Goblinogenie Project'ten tebrik mektubu

İngiltere’de 80’lerin başında kurulmuş olan Goblinogenie Project adına Melanie Carter’dan bugün gelen e-posta tebriğini burada yayınlamak istedim. Melanie’nin sözleri cesaret verici olsa da, biliyorum katettiğimiz mesafe Goblinogenie Project’in kattettiği yanında henüz bir hiç.

İyi Sıhhatte Olsunlar Derneği


First of all, congratulations to Iyi Sihhatte Olsunlar for its achievements in Turkey; a huge success, I should admit, taking into account the responsibility and amplitude of such an engagement, and the little belief we, as Goblinogenie Project had invested vis-à-vis the valuable but few members of Iyi Sihhatte Olsunlar.
I hope that this new group/medium would contribute to the dear intent of spreading the words, ideas and works of those, though forgotten, having worked or been working with the same dearest cause.
Provided this unexpected and a-well-done!-deserving start, we would like to do our best to introduce Iyi Sihhatte Olsunlar to the international arena.

Best Regards
Melanie Carter
Goblinogenie Project, UK

25 Eylül 2007 Salı

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 2 - Dr. Stanislav Innocento

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 2

Ama ertesi gün kütüphaneye gidemedim: Salaş bir lokantada iki tabak çorba içtikten sonra soluğu aldığım odama kapanarak, kopya ettiğim üç sayfaya yumuldum. O gece ve takip eden dört gün boyunca bir tek kelime okuyamadım. Küçük bir otel odasında kafa patlattığım saatleri uzun uzadıya anlatmaya niyetim yok. Yalnızca sonucu, yani keşfimi aktarmakla yetineceğim. Önümdeki üç sayfadan hiçbirşey anlamıyordum, çünkü görünüşe bakılırsa hiçbir dile ait değildi. O halde geriye bir tek olasılık kalıyordu: Metin şifrelenmişti. Bu düşüncemde haklı da çıktım. Ne var ki, bu deşifre aşamasını da atlamayı tercih ederek, doğrudan yazmanın içeriğine geçmek istiyorum. Karşımda duran bir günlüktü. On yedinci yüzyıl Osmanlıcasıyla kaleme alınmıştı ve sadece hacim itibarıyla dahi sanırım bir benzerine sahip değiliz bugün. Günlük, 1667 zilkadesinden 1668’inkine kadar bir yıllık bir süreyi kapsıyordu. Günlüğün sahibi ismini açıklamıyordu, çünkü aslında çoğu zaman kendi adına değil, bir tarikat adına konuşuyordu. Krakow’a cd’ye aktarılmış bir kopyasını götürdüğüm günlük üzerinde aylarca yaptığım çalışmalardan sonra bulduklarımı aşağıda özetleyeceğim.

Yazımın giriş kısmının sonunda değindiğim gibi canlı bir varlık olarak dünya tasavvuru batıya özgü değildi. İslam coğrafyasında da değişik zamanlarda bu düşünceyi dile getirenler olmuştu. İşte gizemli günlüğün ana konusu da buydu. On yedinci yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da, bugün hala ziyaretçi akınına uğrayan Eyüp semtinde, gizli bir tarikat kurulmuştu. Üyelerinin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ama bu sayının pek fazla olmadığı rahatlıkla tahmin edilebilir. Tarikat, tahmin edilmesi güç bir düşünce etrafında toplanmıştı ve kesinlikle heretik bir kimliğe sahipti. 10. yüzyılda meşhur risalelerini kaleme alan İhvan-ı Safa’nın düşüncelerinden esinlenmişlerdi ve anlaşılan o ki İhvan, kendileri için bir yer altı örgütü olarak da model vazifesi görmüştü. İhvan-ı Safa risalelerinin birçok konuya el atmasına karşılık cemaat bunlardan yalnızca biriyle takıntılı bir şekilde ilgileniyordu: Dünyanın, büyük bir insan olarak tasavvuru. Crollius’un yukarda alıntılanan düşüncelerine çok benzer biçimde İhvan da 10. yüzyılda şöyle yazmıştı: “Vücut toprak gibidir, kemikler dağlar, beyin madenler, uyluk deniz, bağırsaklar nehirler, sinirler ırmaklardır. Vücuttaki kıllar bitkiler gibidir ve kıllı bölgeler verimli toprakları, kılsız bölgeler de bataklıkları andırır. İnsanın nefesi rüzgardır, gülmesi öğle ışığıdır, gözyaşları yağmurlardır, üzüntüsü gecenin karanlığıdır...” On yedinci yüzyılın sapkın tarikatı, işte bu düşünceleri, kendi tuhaf tasavvurları ve idealleriyle birleştirmiş ve üstelik bunu bir Kur’an ayeti ile de desteklemişti. İlgili ayette dünyanın omuzlarına kadar onun üzerinde dolaşmaktan bahsediliyordu ve en eski tefsirlerde dünyanın omuzlarının dağlar olduğu dile getirilmişti. Tarikat, İslam coğrafyasında ve belki batıda da, en azından o tarihlerde eşi görülmemiş biçimde Tanrı’ya ve yaratıklarına baş kaldırarak, yaratılışın en güzel örneği ve zirvesi olan insanoğlunu ve dünyayı ortadan kaldırmayı planlıyordu. Ancak onların elinde kitle imha silahları ya da kimyasallar bulunmuyordu. Bunların yerine İhvan’ın nakledilen fikirleri üzerine kafa yorarak insan-dünya benzetmesini tersinden okumayı aklettiler. Eğer insan dünyaya benziyorsa dünya da insana benziyordu, dahası dünya adeta büyük bir insan ise, onu öldürmek, yeryüzündeki hayatı ortadan kaldırmanın en kestirme yolu olacaktı. Dünyayı öldürmek! Bu sarsıcı şiirsel ifadenin büyüsüne kapılmakta gecikmeyen tarikat, teorik çalışmalarını hızlandırmış ve dünyayı öldürmenin yollarını aramaya koyulmuştu. İhvan’ın yazdıkları bir kez yerli yerince anlaşıldıktan sonra aslında herşey kendiliğinden gelmişti. Dünya, bir insan nasıl öldürülüyorsa o şekilde öldürülecekti. Eğer dünyanın yapısı, insan vücudunun birebir bir örneği ise, hayati uzuvlara yapılacak ölümcül bir saldırı tarikatı amacına ulaştıracaktı. Bu noktada üyeler arasında, tarikatın hayal gücünü ve düşüncelerinin sınır tanımazlığını gözler önüne sermesi bakımından ilginç olan bazı tartışmalar boy göstermişti. Üyelerin bir kısmı, İhvan’ın “insanın nefesi, rüzgar gibidir” ifadesinden hareket ederek, rüzgarların esmesine engel olmak suretiyle dünyanın nefesini kesmeyi, daha doğrusu onu boğmayı öneriyordu. Görüşlerini Kazvini’nin kozmografyası ile destekliyorlardı. Kazvini, rüzgarların esmesi ile yeryüzünde canlıların hayatı arasındaki açık bağlantıyı dile getiriyordu. Rüzgarlar sayesinde nihayet yağmur yağmakta, bitkiler büyümekte, hayvanlar ve insanlar beslenmekteydi vs. vs. Fakat burada bir güçlük vardı zira aynı Kazvini, rüzgarların ortaya çıkış sebebini dağların varlığına bağlıyordu ve aslında konuyu ele aldığı bütün bir bölümü dağların varlığının sebebine dair kendine yönelttiği sorunun cevabı olarak kaleme almıştı. Bu durumda rüzgarları ortadan kaldırmak için hava akımlarına geçit vermeyerek onların oluşmasına neden olan dağları yok etmek gerekiyordu ki bunun nasıl yapılacağı bir muammaydı. Yine de dünyayı boğmayı öneren bu üyeler ilginç bir fikir eklediler. Yeryüzündeki bütün dağları yok etmek elbette mümkün değildi. Ama herkes bilmekteydi ki, bütün dağlar neticede, dünyayı çevrelediği söylenen Kaf Dağı’nın küçük uzantılarından başka bir şey değildi. O halde yalnızca Kaf Dağı’nın yok edilmesi yeterli değil miydi? Tartışmanın bu noktasına kadar karşı delillerle projenin güçlüğüne ya da imkansızlığına dikkat çeken diğer üyeler, bu kuvvetli arguman karşısında sessizliğe mahkum kalmışlardı. Sonuçta, teorik çalışmalar süredursun, projenin hayata geçirilebilirliğini sınamak üzere meşhur ve meçhul Kaf Dağı’na bir keşif seferi tertip edilmesine karar verilmişti. Üyelerden üçü, tüccar kılığına girerek doğuya doğru –neden batıya değil bilinmez- bir yolculuğa gönderilmişlerdi. İran üzerinden Hindistan, Tibet, Çin ve Maçin’e ve belki de dünyanın sonuna kadar devam edecek olan bu yolculukta amaç Kaf Dağı’nı bulmak ve yıkılıp yıkılmayacağını anlamaya çalışmaktan ibaretti. Elbette bu keşif heyeti dönene kadar tarikat çalışmalarına devam edecekti. Nitekim, dünyanın nasıl öldürüleceğine dair birbirinden parlak fikirler sergilemeye devam ettiler. Buna göre bir ikinci grup hararetle, insan hayatının kalp atışlarıyla devam ettiğini, dolayısıyla dünyanın da kalp atışları, yani bir kalbi olması gerektiğini savunuyordu. O halde tek yapılması gereken, Kaf Dağı’nı ve onu ortadan kaldırma yollarını arayacak yerde, dünyanın kalbini bulup ona dev bir hançer saplamaktı. Bu fikir, dünyayı boğma projesinden daha makul bulunmuştu ve üzerinde büyük bir titizlikle çalışıldı. Ne var ki, İhvan onca şey arasında dünyanın kalbinden bahsetmemişti. Ama eğer dünyanın yapısı, insan ile aynıysa mutlaka bir kalbi de olmalıydı. Tarikat üyeleri, midye gibi canlıların bir kalbi olamayacağında ama dünya gibi büyük bir organizmanın mutlaka büyük bir kalbe sahip olması gerektiğinde hemfikirdi. Peki bu kalp nerede olabilirdi? Yanıt basitti: Eğer dünya küreyse kalp, merkezden başka nerede olabilirdi? O andan itibaren tarikat üyelerinin tutkulu düşünceleri dünyanın kalbine saplanacak hançerin ışıltısıyla aydınlanmaya başlamıştı. Yine de tıpkı Kaf Dağı şıkkında olduğu gibi, yapılacak en iyi şey öncelikle dünyanın merkezindeki bu kalbi bulmaktı. Bu sırada üyelerden yalnızca bir tek kişi enteresan bir çözüm önerdi. Gündelik tecrübelerden bilindiği gibi, bir insanın ayağına saplanan bir iğne çoğu zaman kalbe “yürürdü” ve ölüme de sebep olurdu. Öyleyse dünyanın kalbini araştırmaya gerek yoktu, herhangi bir noktadan yeryüzüne saplanacak dev bir iğne, sonunda kalbe ulaşarak dünyanın ölümüne sebep olacaktı. Gelgelelim bu pratik ve yaratıcı fikire pek rağbet edilmedi. Nedeni sanırım, tarikat üyelerinin işlerini şansa bırakmak istememeleri ve daha da önemlisi, böyle bir iğnenin, dünyanın kalbine varmasının yüzyıllar, belki de binyıllar alacağının bilincinde olmalarıydı. Tarikat, dünyayı kendi elleriyle öldürmek, bu ölüme tanık olmak istiyordu. Üzerinde yaşadığı, onunla beslendiği dev gibi bir canlıyı öldürmeye kalkan bir parazite benziyorlardı. Evet, bir çok hesaplamadan ve yüzlerce kitabın taranmasından sonra bir keşif seferine daha karar verildi. Ama bu defa heyet dört kişiden oluşacaktı. Çünkü dünyanın, o güne kadar hiç bilinmedik bir bölgesine gidilecekti. Ne gibi tehlikelerle karşılaşılacağı hakkında kimsenin bir bilgisi yoktu. Eğer “kalp” bulunursa, dev hançerin yapımına başlanacaktı. Yolculuğun ilk adımı ilginçti. Kaynaklarını tam olarak bulamadığımız bir düşünceyle dünyanın merkezine yapılacak bu seyahatin başlangıç noktasının Çemberlitaş olmasına karar verilmişti. Heyecanlı beş üyenin, malzemelerle yüklü heybeleri sırtlarında, ellerinde meşaleler, Çemberlitaş’ın altından, sonunda dünyanın kalp atışlarını duyacakları uzun ve güç yolculuğa çıktıkları geceyi canlandırmak güç değil. Hedefe ulaşmak üzere her türlü güçlüğünden üstesinden gelmeye karar vermiş olduğu anlaşılan tarikatın geri kalan üyeleri dünyayı öldürmenin yollarını araştırmaya devam etti. Ne var ki, eldeki imkanların yavaş yavaş tükenmesiyle olacak, sadece tek bir projeyi daha denemeye karar verdiler. Dünyaya suikast girişiminin bu son şıkkının anafikri onu zehirlemekti. Zehirleme ve zehirlenme vakaları eskilerin uzmanlık alanlarından biri olduğuna göre, zehirin kana karışarak ölüme yol açtığını bulgulamakta zorlanmamış olmalılar. O halde yapılması gereken, koskoca dünyayı öldürecek olan zehri, onun damarlarına yani nehirlere zerketmekti. Bu aşamada tarikat, dağları ortadan kaldırmaktaki güçlüğün bir benzeriyle karşılaştı. Çünkü dünyanın bütün nehirlerini zehirlemeye, kabul etmeli ki imkan yoktu. Peki bütün nehirlerin kaynağı bulunamaz mıydı? Kimileri ise en büyük nehir olan Nil’in zehirlenmesinin yeteceğini, en azından Nil zehirlenirse dünyanın hatırı sayılır derecede hasta düşeceğini, bünyesinin bozulacağını savunuyordu. Sonuçta bu iki görüş birleştirildi. İnanışa göre, hadislerde dile getirildiği gibi Nil, cennet nehirlerinden biriydi ve nehirlerin en büyüğüydü. O halde bütün nehirlerin kaynağını bulmak için onun kaynağına ulaşılmalıydı. Böylece üçüncü ve sonuncu keşif seferinin de Nil’in kaynağına, efsanevi Cebelü’l-Kamer’e yani Ay Dağları’na yapılmasına karar verildi. Çok geçmeden bu heyet de yola koyuldu...

Dünyamız bugün hala yaşadığına göre bu üç keşif heyetinin akıbetini tahmin etmek güç olmasa gerek. Günlüğe bakılırsa aylar ayları takip etti ama ne Kaf Dağı’ndan, ne dünyanın merkezinden ne de Nil’in kaynağından bir haber çıktı. Tarikat, beklenmedik bir yenilgiyle yüzyüze gelmişti. Projenin sonu hakkında elimizde şimdilik doyurucu bir belge yok ama üyelerin hayatlarının son bulmasıyla beraber tarikatın da ortadan kalkmış olması hayli muhtemel. Konuya ışık tutabilecek bir başka yazma keşfedilinceye kadar bu bilgilerle yetinmek zorundayız. Yeryüzünün gizli tarihine dair aktaracaklarımız şimdilik bundan ibaret.


Stanislav Innocento

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 1 - Dr. Stanislav Innocento

Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden bir Sayfa 1


Jeologlar, bilgiç köstebekler gibi, dünyamızın yaşını tespit etmek üzere yerkürenin katmanlarından çok çeşitli örnekleri toplayarak, bilgisayarlarının başında hesap kitap yapar ve bu önemli meseleye dair elde ettikleri sonuçları kimsenin okumadığı bazı üniversite dergilerinin sütunlarında birbirlerine gizlice duyururlar. Orta Asya steplerinden alınan örnekler Büyük Kanyon’dan kayaç örnekleriyle, yarasaların bile barınamadığı mağaralardan getirilen taşlar, bir dağ başında bulunan deniz kabuklarıyla karşılaştırılır ve bu böylece devam eder. Bu “çarpıcı” konu elbette öteden beri yeryüzünün sakinlerinin ilgisini çekmekteydi. Ne var ki onların yaklaşımı, meseleyi ele alış tarzları ve kullandıkları dil, aşağıda bütün ayrıntılarıyla görüleceği gibi bir hayli farklıydı ve dolayısıyla umulmadık girişimlere yol açmıştı...

“Yaşlı dünyamız”dan söz açtığımızda hiç de farkında olmayarak onu canlı, hayat süren bir organizmaya benzetiriz. Ya da yağmur ormanlarından bahsederken, “dünyanın ciğerleri” deriz. Ama bunlar artık seyircileri bile bezdiren banal belgesel retoriğinin parçası olmaktan başka bir anlam taşımazlar bizim için. Dünyayı yaşam barındıran, katılaşmış, soğumuş bir küre olarak görmeye alışmışızdır. Eskiler ise şaşırtıcı bir biçimde yalnızca yeryüzündeki ağaçları, otları, hayvanları değil, bizzat yerküreyi de bir canlı olarak tasavvur ediyorlardı. Bugün bizler için anlaşılması güç bir düşünceyle, tanıdık mikrokozmos-makrokozmos denkliğinden hareket ederek insanı dünyaya, dünyayı da insana benzetecek kadar ileri gidiyorlardı. Hatırı sayılır, ciddi bazı düşünürlerin de savunduğu bu görüşe göre insan, küçük dünya, dünya ise büyük insandı. Buna göre de yapıları birbirine hayli benziyordu. Eminim bir çok okuyucu Foucault’nun “Kelimeler ve Şeyler”ini, giriş bölümündeki göz alıcı Las Meninas tahliliyle hatırlamaktadır. Benim daha ilginç bulduğum “Dünyanın Üslubu” başlıklı bölümde ise Foucault eskilerin, dünya ile insan arasında kurduğu bu gizemli bağdan söz ederek bazı örnekler verir. Söz gelimi Crollius, insan vücudunu ele alırken etinin toprak, kemiklerinin kayalar, damarlarının büyük nehirler, sidik torbasının deniz ve yedi esas organının da maden yataklarındaki yedi metal olduğunu ifade eder. Benzer şekilde, dev horozuyla tanıdığımız Aldrovandi, insanın alt taraflarını dünyanın pis yerlerine hatta cehennemin karanlıklarına benzetir. Bu tasavvurlara göre herhangi bir kriz ya da bir beyin kanaması ile bir fırtına arasında ilişki kurmak mümkündür. Fırtına nasıl hava ağırlaştığında başlamakta ve atmosfer çalkantılı hale gelmekteyse, kriz de düşünceler ağır ve zihin kaygılı olduğunda patlak vermektedir! Daha sonra bulutlar yığılmakta, karın şişmekte, fırtına patlamakta, sidik torbası parçalanmaktadır, şimşeklerin çakmasına karşılık gözler parlamakta, yağmur yağmasına mukabil ağız köpürmekte ama sonunda hava yatışmakta ve hasta da kendine gelmektedir.

Elbette bu ve benzeri tasavvurlar batıya özgü değildi. Bu da bizi gelmek istediğimiz yere getiriyor. Geçtiğimiz yıl İstanbul’a, “Onyedinci Yüzyıla Ait Yazmalarda Kâtip Hataları” konulu bir konferansa davet edilmiş ve sadece 7 kişinin katıldığı etkinliğin başarılı bir şekilde tamamlanmasından sonra, “saha” araştırmalarında bulunmak üzere bu büyük şehirde bir süre daha kalmıştım. Özel bir izinle çalıştığım Atıf Efendi Kütüphanesi işlek bir cadde üzerinde olsa da, kaldırımı doldurmuş seyyar satıcıların öbek öbek mallarının ve adım başı karşınıza çıkan fahişelerin arasından geçerek, kütüphanenin geçmişte kalmakta direnen sessiz okuma salonuna ulaşmak biraz zahmetliydi. Eski eserlerle dolu kütüphaneler, buralara yolu düşen herkesin bildiği gibi, daima sürprizlere gebedir ve çekmeceler dolusu fiş, yazmaların kimliği konusunda her zaman doğruyu söylemez. Arapça bir astronomi kitabının 17. yüzyılda yapılmış bir çevirisini incelemek üzere görevlilere başvurduğumda beni neyin beklediğinden habersizdim. Pencere pervazlarına konan güvercinleri seyrederek geçirdiğim birkaç dakikanın ardından, kütüphanedeki tek okur olduğumu da bu arada söylemeliyim, görevli, bir öksürükle kitabımın geldiğini belirtmiş oldu. Dönüp baktığımda, monoton saatlerinin uykulu akışı münasebetsiz bir okur yüzünden kesintiye uğrayan bu beyefendiyi tekrar yorarak kızdıracağımı düşündüm, çünkü elindeki cilt, beklediğim kitap için hayli hacimliydi, neredeyse iki katı kadar. Üstelik fişte, bunun başka eserleri de barındıran bir mecmua olduğu kaydedilmemişti. Ama bilirsiniz, önünüze kadar gelmiş olan bir kitabı tek bir sayfasını bile gözden geçirmeden geri göndermek olacak iş değildir. Bu yüzden teşekkür ettim ve kalın cildi saygıyla tutarak pencere kenarındaki aydınlık masalardan birine oturdum. Tahmin ettiğim gibi, bu, istediğim kitap değildi. Çokça okunan popüler bir zikir risalesi ile başlıyordu yazma. Daha sonra kısa bir dini mesnevi geliyordu. Ve nihayet, hiç işitmediğim, Serserî mahlaslı, görünüşe bakılırsa ikinci sınıf bir şairin tatsız şiirleri vardı. Sandalyemden kalkmış, kitabı geri vermek üzere, kalan kısmı aceleyle gözden geçirmekteydim ki, şaşkınlıkla tekrar yerime oturdum. Yazmanın üçte ikisi, işlek bir el yazısıyla yazılmıştı ve bir an için hiçbir şey okuyamamıştım. Derken çok şaşırtıcı bir biçimde, sağdan sola değil, soldan sağa yazıldığını farkettim. Böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyordum ve elbette incelemeye değerdi. Ne var ki, sabırsızlıkla satırdan satıra, sayfadan sayfaya atladıkça can sıkıntım artıyordu, çünkü okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyordum. Tuhaf kelimeler birbirini kovalıyordu ve eserin hangi dille yazılmış olduğunu anlamak mümkün değildi. Oysa yazı çok okunaklıydı. Ceketimi çıkarıp daha büyük bir dikkatle sayfalara eğildim ama nafile. Üstelik, ne sonda, ne de bu bölümün başladığı sayfada en küçük bir açıklama yer almıyordu. Tarif edilemeyecek can sıkıntımı anlatmaya kalkmayacağım. Kapanış saatinin yaklaştığını fark edince, aceleyle üç sayfayı defterime kopya ettim ve kitabı büyük bir endişeyle geri verdim. Endişemin sebebi çocukçaydı, çünkü tekrar geldiğimde bu özel yazmayı bulamayacağımdan korkuyordum.



Stanislav Innocento

24 Eylül 2007 Pazartesi

Mezarlıkta...

Mezarlıkta...


Justiniani Alberto'nun ölümü hiç beklemediğimiz bir anda yakalamıştı hepimizi. İki yıl önce geçirdiği kazayı belki önemsiz birkaç kırıkla atlatmıştı ancak yine de yakından tanıyanlar bir değişim fark ediyordu halinde. Çok dalgındı. Biriyle konuşurken sanki kaza sonrasında polise ifade veriyormuş gibi açıklıyordu her şeyi. Ne olup bittiğini hiç anlamamış birinin, sanki anlaması gereken şey, olaylarda değil de kelimelerde gizliymiş gibi kendi kendine belirli cümleleri tekrarlamasından farkı yoktu. Kaza sonrasında ben yanında değildim ama yine de gözlemlerine oldukça güvendiğim Stanislav Innocento böyle tanımlamıştı durumunu. Haklıydı.

Dr Innocento sanırım bu ölümden en çok etkilenen kişi oldu. Sadece kazada Alberto'nun yanında olması nedeniyle değil. Uzun seneler onun asistanlığını yapmıştı. Aralarında bir hoca-öğrenci ilişkisinden çok bir baba-oğul ilişkisi vardı. Her yıl başında öğrencileri karşısında, kendini ve dersini tanıtırken bildiği her şeyi Alberto'dan öğrendiğini mutlaka vurgulardı.

Bu, aslında birçok kişi için geçerli. Örneğin ben de Alberto'un derslerini takip eden şanslı insanlar arasındaydım ve sadece bu büyük insanın yakınında olmak, onun soluduğu havayı nasıl bir dehaya dönüştürdüğünü görmek bile karşısındakini büyüleyebiliyordu.

Neden bilmiyorum, bir dahiyi anlatmanın en iyi yolu bazen onun tuhaf davranışlarından bahsetmek oluyor. Belki böyle bir betimleme herkesin anlayabileceği bir dil olduğu için. Öyle ya, sonuçta yoldaki herhangi bir adam için Justiniani Alberto'nun fizikte devrim yapan son teziyle, aynı adamın lise birdeki oğlunun eğik atış denklemi arasında en ufak bir fark yok. Her ikisi de aynı uzaklıkta onun için. Ama örneğin tutup da Alberto’nun bir dersinde yanlışlıkla Çince konuşmaya başladığını ve bir öğrenci sonunda dayanamayıp uyarana kadar da -ki yaklaşık kırk beş dakika- böyle devam ettiğini söylesem içeriğini bilmese de bir mit kurulmuş olacaktır muhakkak. Yo hayır. Akademi dünyası için içi boş bir mit değildi Alberto. Hatta belki bu mit gerisinde kalıyordu onun.

Dr. Innocento’yu tanıtmak amacıyla başladığım bu yazının, başka bir insan üzerine böylesine odaklanması ilk başta saygısızlık -Dr. Innocento’ya saygısızlık- olarak görülebilir. Ancak birkaç nedenden dolayı Alberto’yu tanıtmadan, Innocento’yu anlatmanın imkansız olduğunu düşündüğüm için böyle uzun bir yolu tercih ettim.

İlk nedene yukarıda zaten değindim. Aralarındaki yakın ilişki... ki sadece bu nedenle bile Dr. Innocento’nun beni hoşgöreceğini hatta ve hatta takdir edeceğini biliyorum.

Ancak ikinci ve çok önemli bir nedeni daha var: Justiniani Alberto sadece Dr. Innocento için değil başka bir araştırmacı için de çok belirleyicidir: K. von Beangeul. Dolayısıyla Innocento ve von Beangeul arasındaki çekişmenin düğüm noktasıdır aynı zamanda Justiniani Alberto.

Her şeyden önce her ikisi de Alberto’nun öğrencisidir ve bu çekişmenin izlerini oldukça uzak bir geçmişe kadar takip etmek mümkündür. Ama asıl fırtına, “fonksiyonel belirlenimciliğin gölgesinde kültür nesneleri” konusunda çalışmalarının birbirine çok yakın olduğunun ortaya çıkmasıyla kopar. Aslında sadece bir dönem ödevidir...bir kavgaya dönüşür. Her iki taraf da birbirini tezini çalmakla suçlar. Ve seneler boyunca devam eder bu düşmanlık.

Bu geçmişi bilenler için Alberto’nun cenaze töreninin farklı bir anlamı vardı: Innocento ve von Beangeul, akademik dergi sayfalarının dışında ilk kez karşı karşıya gelecekti. Kimse sonucu öngöremiyordu.

Père Lachaise’in 25. bölümünde, büyük bir kalabalık ve von Beangeul bir süredir bekliyordu, Innocento ise daha geç geldi. İkisi yaklaştı, el sıkıştı ve samimi bir şekilde birbirlerine taziyelerini iletti. Korkulan olmamıştı. Hepimiz derin bir nefes almıştık. Hatta bu rahatlama, acı kaybımızı bir an için gölgede bırakmıştı: Herkesin yüzüne bir gülümseme yayılmıştı.

Ancak ne yazık ki çok kısa bir süre içindi hepsi. Sıra cenaze konuşmasını yapmaya geldiğinde herkes kafasını Dr. Innocento’ya çevirmiş, onun gözlüklerini takıp, cebindeki kağıt tomarını çıkarmasını izlerken, arka taraftan von Beangeul’ün sesi duyuldu.

“Burada toplanmamız ne kadar boş hepimiz biliyoruz. Şu çukurda yatan adam için çıkarılan bu toprak biziz aslında.”

Böyle başlıyordu konuşması. Etkileyiciydi. Sanırım bu yüzden de Dr. Innocento’ya haksızlık yapıldığı o an herkes tarafından unutuldu. Dr. Innocento hariç.

Böylelikle bu iki insanın arası bir daha onarılmayacak şekilde açılmış oldu.

Ancak başka açıdan çok tuhaf bir sonucu daha oldu bu defin töreninin: Bir sonraki sene Dr. Innocento anma törenleri için mezarlığa büyük bir kalabalık eşliğinde gelmiş ve diğerinden daha etkileyici bir konuşma yapmıştı. Bu durum, konuşmacı her sene değişmek üzere uzun bir dönem boyunca devam etti. Görülmemiş bir şeydi, bir cenaze konuşmasına yanıt vermek.

Hatırlıyorum, 1986 yılında Flamminton yayınları, konuşmaları bir derleme olarak bastığında oldukça şaşırmıştım. Belki de, edebiyat dünyasında yepyeni bir alan açmış oldular istemeden; cenaze söylevleri.

Tüm bunlar hem dönemin atmosferi hem de Dr. Innocento’yu biraz daha yakından anlatmak içindi. Ancak biliyorum, bir kişiyi dışarıdan tanıtmanın sınırını aşmadan sözü kendisine bırakmak daha doğru.

İyi Sıhhatte Olsunlar derneği olarak, her ne kadar temel metinlerinden biri olmasa da bu topraklarla da ilişkili olduğu için Dr. Innocento’nun Dünyaya Suikast Girişimi: Yeryüzünün Gizli Tarihinden Bir Sayfa adlı yazısını yayınlamayı daha uygun gördük.


İyi Sıhhatte Olsunlar Derneği

19 Eylül 2007 Çarşamba

Futbol taraftarlığı hakkında 4

Tabii böylesine büyük bir gerilim, aslında dile getirilmemiş küçük olayların, sorunların birikmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Önce bir gece önce düzenlenen yemek: Menüde sadece şarap ve ekmek olması insanların isyan etmesine neden olmuştu. Hz İsa sözleriyle insanları zor yatıştırabildi.

Ancak daha sonra aralarından birinin karşı takımdan para aldığı konusunda çıkan söylenti kolay bastırılacak gibi değildi. Denilene göre bu kişi, maçı Roma'lılara satmıştı.

Masadaki herkes birbirine şüpheyle bakıyordu. Tüm bunları sayesinde öğrendiğimiz Aziz Thomas, kendisinden bile şüphe ettiğini belirtir günlüğünde. Hatta gecenin ilerleyen saatlerinde insanların sinirlerine hakim olamadıkları bir andan bahseder yine Thomas. Buna göre tuzluklar havada uçuşur, neredeyse birbirlerine girer havariler.

Ertesi gün maça işte bu duygularla çıkılmıştır.

Ama olaylar kalecinin belirlenmesi sorunuyla patlak verir. Belki o günkü ve bu günkü futbol arasındaki en büyük yakınlık da bu noktadadır: kayıtlara göre tarihin hiçbir devrinde kimse kaleci olmak istememiştir. Burada küçük bir parantez açarak Bennadius'un Hindistan seyahatnamesinde (Inde di ind, im, 1364) aktardığı bir kabilenin bu kurala istisna olabileceğini belirtmem gerekiyor. Bennadius’un tahminen yolunu kaybettiği için rastladığı bu kabilenin üyelerinin hiç su içmemeleri dışında en önemli özelliği herkesin sadece kaleci olmayı istemesidir. Bennadius yanlışlıkla düştüğü bu topraklarda uzun bir süre kalıp araştırmalarını sürdürmeye karar verir. Yaptığı istatistikler sonucunda x=1’den n’e gitmek üzere her bir grup elemanının kaleci olmak istediği bir grupta kimsenin iyi şut atamaması nedeniyle f(x)= f(x+1)exp(x-3) gibi rekürsif bir fonksiyon ortaya çıkmakta ve bu da kimsenin iyi kaleci olamayacağı anlamına gelmektedir. Üstelik bu Mac Guiver serilerinin halka özelliğinin gerekliliklerini de yerine getirmemektedir. Bunun tersi yani f(y) = f(y+1)exp(y-3) formülü de geçerlidir ve dolayısıyla aradaki tek bağıntı, gerekli sadeleştirmeler yapıldığında y=x – 11 olabilir. Bennadius’un bu dahice çözümlemesinin ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak sistemine genel bir eleştiri olarak, oyuncuların sakatlanma olasıklıklarını hesaba katmadığını belirtmek yeterlidir.

Yukarıda belirtilen istisna dışında, her toplumda olduğu gibi Kudüs'te de kaleci bulmak büyük bir dertti. Olayın düğümlendiği noktayı çözmek için iki fikir ortaya atıldı. Kalecinin kim olacağına karar verecek olan İsa aracılığıyla Tanrı’dır veya Tanrı ve İsa birlikte karar vereceklerdir. İşte bu soru etrafında büyük bir tartışma yaşanır. Ki bu tartışmanın etkileri günümüzde bile hissedilmektedir.

Kaleci için o dönemde kullanılan terim 'file' kelimesinden türetilmiştir. Yani bir anlamda fileyi koruyan kişiye Fileoque denir. Günümüzde de file bekçisi gibi benzer kullanımlar hala bulunmaktadır. Bu tartışma tarihe de bu isimle geçecektir 'fileoque' veya 'filioque' sorunu.

Hz. İsa böylesine boş bir konuda kavga çıktığı için havarilerine çok sinirlenir, seyircilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan kale direğini söker. Judas yanına giderek sakinleştirmeye çalışır onu.

Tarih bilimciler ve din bilimciler, Hz İsa’nın eyleminin anlamı konusunda hemfikir olmaktan çok uzaktırlar. Kanımca bu konudaki en mantıklı tez Nicholas’ın 11. yüzyılda yazdığı Deus file rectum (13. yüzyıl başında Konstantin’in ele geçirilmesi sırasında büyük bir kısmı kaybolmuştur) adlı çalışmadır. Nicholas’a göre Hz İsa maçın nerede, nasıl yapıldığının, kimin kaleci olduğunun önemi olmadığını, kale direğinin olduğu her yerin aslında bir saha olduğunu anlatmak için böyle bir eyleme kalkışmıştır. Kaleyi kendi sırtına yüklemesi de bu bağlamda simgeseldir: ‘insan da, içinde maç geçen bir sahadır’ demek ister adeta.

Bu anlayış çok yenilikçidir. Dönemin FİFA benzeri uluslararası organizasyonu olan FİFA, futbol sahasının kutsal varlığının ortadan kalkmasını kabul edemez. Bir kurum olarak tehdit altındadır Nicholas’a göre ve bu yüzden Hz İsa’ya bir ders vermeye karar verir.

Sonraki yıllarda Antakya’da gerçekleştirilen bir konseyle de böyle eleştirilerin bir daha ortaya çıkmamasını sağlamak için bazı önlemler tartışılır. Bunlardan biri de taraftarlık denen kavramın uygulamaya konmasıdır.


Dr. von Beangeul

18 Eylül 2007 Salı

nüvitismus hakkında 5: Süreç Merkezli Metodik Yaklaşıma Reddiye - Bir Hermeneutik Deneme - Dr. Stanislav Innocento

Süreç Merkezli Metodik Yaklaşıma Reddiye - Bir Hermeneutik Deneme

Bazı en spesifik ve sofistike bilim dallarının popüler hale gelerek sokaktaki insanın muhayyilesini dahi meşgul ettiğini görmek gerçekten şaşırtıcı. Eisenstein'in yakın çekimde rölativite kuramı nasıl Marilyn Monroe'nun peruğu skandalını kıskandıracak derecede haftalık dergilere bile kapak olduysa, bugün de Nüvitizm'in kökleri konusu basın yayın organlarının baş köşesini işgal etmekte. Bu derece karanlık, muğlak ve geniş bir meselenin dillerden düşmediğini görünce, Runik ve glagolitik metinlerde Nüvitizm'in kaynakları başlıklı doktora tezimi Krakow Üniversitesi Non-existent Scientific Dissertations bölümünde savunmuş ve sahaya hayatını adamış bir bilim adamı olarak bir kez daha kamuoyuna seslenmem gerektiğini düşündüm.

Herşeyden önce bir noktayı vurgulamakta fayda görüyorum. Efsanevi ve menkıbevi bir kişilik olarak Nüvit'e dair materyal ne kadar çoksa, tarihsel Nüvit aynı oranda yüzyılların karanlığına gömülmüştür; hem de bundan çok uzun bir süre önce. Bu son derece ilginç kişiliğin gerçek adı bir yana (Nüvit ya da Nüvüt'ün bir yakıştırma olduğunu artık biliyoruz. Bu konuda bk. Nüvit isminin kökeni hakkında onomastik münakaşalar, I.I. Singulari, Palermo, 1975) nerede doğduğu hakkında bile bir görüş birliğine ulaşılamamıştır. Dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli kasaba ve şehirler onun doğum ya da ölüm yeri olma şanını sahiplenmektedir.(Bk. Toponimi Işığında Nüvit'in Doğum ve Ölüm Yeri, Sandra Perlante, Oxford Üni., yayınlanmamış doktora tezi, ayrıca bk. Mozambik Dağları'nda Bulunan Sikkelerde Nüvit, Sergey Abeture, Mozambik Nümizmatik Kurumu, 1973). Bu yetmezmiş gibi, Nüvito-fütüristik Topluluk, kendi yayın organlarında onun dünya dışı bir uygarlığın temsilcisi olduğunu iddia etmiştir. Sözkonusu teze göre Nüvit, karadelik tünellerini tanrıların bugi bugilerine binerek aşmış ve dünyaya ulaşmıştır. Belki bu gibi hezeyanları Dr. Von Beangeul'e bırakmak daha doğru olacak.

Bu kaygı verici veri yokluğunda çağdaş Nüvitizmin maskesini düşürmek yine biz bilim adamlarına düşüyor. Dr. K. Von Beangeul'in, görüşlerini suları daha çok bulandırarak aktarmayı sevdiğini biliyoruz. Bir de bunlara şu bitmek bilmeyen kaybolup belirmeler eklenince, sözleri ve yazıları ister istemez belli bir okuyucu kitlesi üzerinde cazibesini arttırıyor. Bu satırların sahibine yöneltilmiş son eleştirisine Nüvitizm'in felsefi bir akım değil, bir yöntem olduğunu ileri sürerek başlamış. Metot olarak Nüvitizm tartışmaları elbette çok eskidir ama iyi niyetimizin göstergesi olarak bir senteze giderek, Nüvitizmin bir felsefe olduğu takdirde de bir yönteme sahip olabileceğini söylemekle yetinelim. Çünkü denildiği gibi metotsuz felsefe, sapsız şemsiye gibidir ve insan bununla ne yapacağını bilemez. Herhangi bir felsefe, sokak numaraları belirli, dört başı mamur bir şehir haritası gibi olmadıkça takipçilerini çıkmaz sokaklara saptırmaktan kurtulamaz.

Dr. Von Beangeul'un kısmen değiştirerek alıntıladığı Nüvitik özdeyiş "başlamak, bırakmanın yarısıdır", yanlış anlaşılmamalı. Bizim kanaatimize göre bu söz bir sürece işaret etmekten çok, daha en başından planlanmış bir bırakma eylemini özetlemektedir. Buna göre her eyleme, bırakmaya niyet edilerek başlanmaktadır. Aksi halde bu, eylemin belki de bitirilebileceği açık uçlu, kaotik bir süreci akla getirmektedir ki, otantik Nüvit'e dair bildiğimiz herşeyle çelişmektedir bu tasavvur. Bu yüzdendir ki, birçok bilim adamı, Nüvit'e atfedilen tamamlanmış herhangi bir eseri tanımayı reddetmektedir. Eğer pre-historik Nüvit, başladığı herhangi birşeyi bitirmiş olsaydı zaten ortaya Nüvitizm çıkmazdı. Evet, Nüvitik eylem periyodu aslında kurgulanmış bir yarım sarkaç hareketinden ibarettir. Dr. Von Beangeul'un "başla ama bitirme" varyant-özdeyişini yorumlayışına ise yürekten katılıyoruz. Şüphesiz burada bir gerileme değil, aksine ilerleme vardır. Peki eğer "başlamak, bırakmanın yarısıdır" özdeyişi bir sürece işaret etseydi ne olurdu? Korkunç bir kaos! Bitirilmemesine karar verilmemiş, yüzlerce ve binlerce eylemin insan zihninin dolambaçlı koridorlarından kurtulup,kelimeler ve hareketler yoluyla evreni doldurduğunu bir düşünün! Olanaklı her türlü söz ve eylemin, bir sonuca bağlanmadan ihtimaller okyanusunda yüzüp durarak, kıyıya vurmasıyla oluşacak kirliliği bir göz önüne getirin. Şurada planlanmış ama akıbeti meçhul, hala süreç halinde olan bir cinayet, burada iki sayfası yazılmış ama ne olacağı belirsiz, devam etmekte olan bir roman vs. vs. Hiç şüphesiz dünya, karmakarışık bir yer haline gelirdi. Peki başlandığı halde yöntemli olarak bitirilmemiş eylemler aynı kirliliğe yol açmayacak mı? Bu noktada hermeneutik elimizden tutmaktadır. Yöntemli olarak bitirilmemesine karar verilmiş her eylem, aslında zihnin mağarasına geri çekilmeye mahkumdur ve oraya çağrılır. Bu yüzden özdeyişin uzantısı "başlama, asla başlama" olarak nakledilmiştir. Dolayısıyla süreç yorumunun tuzağına kapılmadan anlamalıyız ki, "başlamak, bırakmanın yarısıdır" sözü, yöntemli bir başlamama felsefesinin izdüşümüdür. Elbette bu özdeyişin tersi de doğrudur-bütün doğru sözler gibi-. Yani bırakmak da başlamanın yarısıdır. Ama şimdilik bu konuya girmeyeceğiz. O halde otantik Nüvitizm şu şekilde ifade edilebilir: Bu bir bırakma felsefesidir ve yöntemi başlamamaktır.

İşte bu yorum eşliğinde, bu denemenin sahibi, Nüvit'e ait arkaik hiçbir eserin bulunamayacağını, çünkü bunların doğaları gereği asla gün yüzü görmemiş olduklarını düşünmektedir. Ona atfedilen her yazı daha en baştan apokrif ilan edilmelidir. Ama bu, Nüvitizm ile karıştırılmamalıdır. Nüvitizm, idealden sapmış, daha doğrusu geri adım atmış olanların icat ettiği bir felsefedir ki, yolda kalanlar bunu süreç olarak adlandırmayı tercih etmişlerdir. Tekrar edelim ki, "Gerçek Nüvitizm", eğer bundan söz edilebilirse, hiçbir şey yapmamayı tercih eder. Bu imkansız felsefenin görece yakın bir tarihteki başarılı temsilini merak edenler, Katip Bartleby'nin hayatını etüt etmelidir.

Saygılarımla

Dr.Stanislav Innocento

17 Eylül 2007 Pazartesi

Fusbalem: Yeni bir etimolojik tahlil denemesi - Dr Stanislav Innocento

Fusbalem: Yeni bir etimolojik tahlil denemesi


Fusbalem oyununun tarihi üzerine yapılan çalışmalar anlaşılır sebeplerle daha çok bu spor dalının kurumsallaşmasından sonraki zaman dilimiyle ilgilenir, zira erken dönemlerde oyunun doğuşu ve gelişimi üzerine birşeyler söylemek için, eldeki verilere göre, henüz çok erken. Bu kısa yazıda, bügün “futbol” olarak anılan bu oyunun isminin etimolojisi üzerine güncel bir araştırmayı gözden geçireceğiz.

Futbol kelimesinin kökeninin İngilizce foot-ball yani “ayaktopu” olduğu yollu görüş, bugün sahanın uzmanları tarafından bir halk etimolojisi olarak görülmekte ve dolayısıyla ciddi olarak savunulmamaktadır. Özellikle son arkeolojik keşifler ışığında oyunun kökeninin, bir zamanlar sanıldığı gibi Britanya olmadığının anlaşılmasından sonra sözkonusu etimoloji literatürden tamamen silinmiştir(meselenin güncel bir bibliyografyayla derli toplu ele alınışı için bk. “Hazar Denizi’nde bulunan futbol topları: Britanya öncesi fusbaleme kısa bir bakış” : We Care About Football-Zinedine Zidan’a Hediye Özel Sayısı, published by FIFA, Zurih, 2006)

Yakın bir tarihte yayınlanan ve hayli tartışma yaratacağa benzeyen bir makalede, sahanın önde gelen isimlerinden Prof. Arthur Even Evans kelimeyi bir kez daha teşrih masasına yatırıyor. Futbolun etimolojisine dair yapılan çalışmaların eleştirel bir hatırlatmasından sonra profesör, yazılı kaynaklarda karşımıza çıkan en eski haliyle “fusbalem”den yola çıkarak kelimeyi ilginç bir biçimde foot-ball’u hatırlatacak tarzda ikiye ayırıyor: fus-balem. İlk adımda fus’u bir kenara atan profesör dikkatini “balem” üzerinde yoğunlaştırarak bu kelimenin izini sürüyor. “Balem”’in Grekçe “ballo-” yani “atmak, fırlatmak, vurmak” kökünden türemiş olması gerektiğini vurgulayan araştırmacı bu ibarenin fusbalemin oynanış şekline ne kadar uyduğuna dikkat çekiyor. Gerçekten de fusbalem ya da futbolun her evresinde meşin yuvarlak ayakla, kafayla ya da elle vurularak fırlatılır. Evans’a göre bundan daha uygun bir kök kelime aramak yersiz. Grekçe geçmiş zaman çekimiyle “balomen” şekline özellikle işaret eden Evans, bu tespitten sonra “fus” kelimesine dönerek, olası iki şık öneriyor: a- Fus, gerçekten de foot yani ayağın arkaik bir halidir, bu durumda kelimeyi “ayakla atma, ayakla fırlatma” şeklinde anlamak mümkündür. b- Fus, ilk fusbalem toplarının tam olarak şişirilememesinden dolayı her vurulduğunda fıslamasından dolayı uydurulmuş bir yansıma sözcüktür. Buna göre fus-balem, erken devirde oyunun resmi adı olmaktan ziyade, belki de amatör oyuncular ve seyirciler arasında yayılan jargona aittir ve fusbalem topunun vuruldukça fıslamasına yapılan şakacı bir göndermedir.
Prof. Arthur Even Evans, iki şıktan ikincisinin doğruluğuna inanarak araştırmalarını sürdürmüş ve bu etimolojinin yol açtığı güçlüklere eğilmiştir. Evans’a göre kelimenin tarihi gelişimi şöyle olmuştur: fıs-ballo>fıs-balo(men)>fıs-balem>fus-balem>fus-bal>fut-bal>fut-bol. En eski devirlerden itibaren düz ünlülerin yuvarlaklaşmasına dair çok miktarda örneği bir araya toplayan araştırmacı fıs>fus değişimini açıklamakta güçlük çekmemiştir. “Fus”un fut’a dönüşmesi ise bir anakronizm sonucu olmuştur. İlerleyen dönemlerde, oyunun isminin foot-ball’dan geldiğine dair halk arasında yayılan sağlıksız rivayetler, fus’un da zamanla terkedilerek fut(foot)’a dönüşmesine sebep olmuştur.

Prof. Arthur Even Evans, sosyal bilimlerle pozitif bilimler arasında disiplinlerarası çalışmaların ve işbirliğinin çok verimli sonuçlara gebe olduğu gerçeğinden hareketle “fısballo>” etimolojisini doğrulamak üzere bilim adamlarıyla laboratuvarda çalışmaktan da kaçınmamıştır. Tezinin bir sağlamasını yapmak üzere, eldeki verilerden hareketle, Zürih Enstitüsü çalışanlarıyla birlikte ilk fusbalem toplarının bir benzerinin yapılmasına önayak olan profesör, bir kaleci ve bir forvet oyuncusunun da katıldığı, değişik zeminlerde ve hava koşullarında tekrarlanan deneylerde, bu otantik fusbalem topunun her vuruş sırasında nasıl fısladığını gözlemleme şansına sahip olmuştur. Evans, bu deneylerden sonra çalışmasının isabetliliğinden en küçük bir kuşkusu kalmadığını büyük bir keyifle ifade etmektedir.
Futbolun etimolojisine dair bu en son tez, ilgili çevrelerde nasıl yankı bulacak zaman gösterecek.

Prof.Evans’ın laboratuvar ürünü otantik fusbalem toplarından birini kafasıyla sektirirken çekilmiş siyahbeyaz fotoğraflarıyla zenginleştirilmiş bu makaleye http://www.fifa.com/history of football/documentary/Evans” adresinden ulaşabilirsiniz.


Dr. Stanislav Innocento

Antipodlarda Fusbalem - Dr. Stanislav Innocento

ANTİPODLARDA FUSBALEM

"Ortaçağda fusbalem" sorunsalına en ilginç katkılardan biri İbn Seksek Hırkanyavi tarafından yapılmıştır. Bugün ancak 14. yüzyıldan kalma Sicilya iskemlelerinin arkalıklarındaki fragmanlar sayesinde görüşlerinden haberdar olduğumuz İbn Seksek -ki konuyla ilgilenen herkesin bildiği gibi asırlar boyunca bu iskemlelere yaslanan sırtlar nedeniyle yazıların bir kısmı okunamaz hale gelmiştir- kendisinden önce kimsenin değinmediği bir probleme el atmıştır: Antipodlarda fusbalem. Antipodların gerçekten var olup olmadığına dair Aziz Augustin'den beri devam edegelen tartışmaların bir sonuca bağlanamamasından pek de etkilenmemişe benzeyen Hırkanyavi, olası Antipodların nasıl fusbalem oynayacağına kafa yormayı tercih etmiştir -bu yönüyle uzaya giden herhangi bir semitik olmadığı halde uzay boşluğunda nasıl ibadet edileceğini araştıran sonraki bazı ilim adamlarına benzemektedir (bk. "Uzayda kıble nasıl bulunur?" adlı makale, "Semalarda Semavi Dinler" derlemesi, özel sayı 2)

İbn Seksek'e göre, antipodların ayakları iddia edildiği gibi kafalarında ise fusbalem oynadıkları takdirde asla kafaya çıkamayacakları ortadadır. O halde diye ekler İbn Seksek, fusbalem oynarken topu kaldırmaları için de bir sebep bulunmamaktadır. Aceleci bir akıl yürütmeyle "saçmayavarım" ilkesine göre hareket eden yazarımız antipodlarla "bizim" yarıküremizin sakinleri arasında cereyan edecek bir fusbalem müsabakasının muhtemel sonuçlarını gözden geçirir. Meselenin sosyolojik boyutuna da giriveren Hırkanyavi, uzak gelecekte bütün bir kuzeyyarımküre ahalisinin fusbalem oynarken topa kafa atmaktan aptallaşacağını, buna karşılık yerden oynayan antipodların zeki kalmak suretiyle bir gün kuzeyyarımküreyi rahatlıkla ele geçirebileceklerini iddia eder ve böylece Wells'in, "Morloklar" karşısındaki kaderimize dair kötümser kehanetinin bir çeşit öncülüğünü yapar ister istemez. İbn Seksek daha sonra, güneyyarımkürenin -antipodlar kuramına göre- kuzeyyarımkürenin altında bulunduğunu vurgulayarak, kuzeyyarımkürenin kenarlarında oynanan fusbalem müsabakaları sırasında bazı topların pekala antipodların ülkesine "düşmüş" olabileceğini iddia eder. Eğer bu hipotezi takip edecek olursak Antipodların, buldukları kuzeyyarımküre fusbalem toplarının yapısını ve tarihsel gelişimini incelemek üzere "paleofusbalem" adlı bir bilimsel disiplin geliştirdiklerini tahmin etmenin güç olmayacağının altını çizen İbn Seksek, şimdiye kadar kuzeyyarımkürenin kenarlarında oynanan müsabakalarda aşağı düşen topların adedine dair istatistiksel verilerden hareketle bunların yalnızca kataloglanmasının 565 cilt tutacağını hesaplar ve ilave eder:" bir gün antipodlar ülkesine gidip akademilerini ziyaret ettiğimizde kütüphanelerinde bu ciltleri bulacağımızdan şüphe etmiyorum"

Bu bilgiler "İbn Seksek ve Paleofusbalem" başlığıyla Norveç Bilimler Akademisi'ne sunulan bir tezin sonuç bölümünden derlenmiştir.

Dr. Stanislav Innocento

nüvitismus hakkında 4: von Beangeul'e - Dr. Stanislav Innocento

Samanyolunda dünyamız ne kadar önemliyse, dünyada da o kadar önemli olan ülkemizin alçakgönüllü entelektüel atmosferinin aya parmak ısırtan kıpırtısızlığından ve entelektüel faunamızın zenginliğinin ancak bir çölle yarışabileceğinden sık sık bahsedilir. Ne var ki şu son bir kaç gündür bu ölü toprağı silkelenmiş, uyuşuk zihinlere giden damarlar, yaklaşan yazla birlikte açılmış görünüyor. Evet, sizlerin de tahmin ettiği gibi Nüvitizm akımı etrafında kopan tartışmalardan bahsediyorum. Her ne kadar bazı gazete köşesi sahipleri acil meseleler varken böyle incir çekirdeğini doldurmayacak sorunlarla ilgilenmenin yersiz olduğunu, suni gündem yaratılmaya çalışıldığını ileri sürseler de durum sanıldığı kadar basit değildir. Her şeyden önce bu satırların sahibinin son derece iyi niyetli yazısına, tamamen provokatif bir yanıt verilmiştir ki, bu da ister istemez bendenize bir cevap hakkı doğurmaktadır. O halde kolları sıvayalım.

Herşeyden önce başlıktan da anlaşılacağı gibi ben hala nüvütüzm (ya da nüvitizm) akımından bahsedilebileceğini düşünüyorum. Ama şimdi sırayla gidelim.

Evet nüvitizm meselesi başlıbaşına bir disiplindir ve ele alınması büyük güçlükler doğurmaktadır. Bir araştırmacının araştırma sahasının genişliğinden yakınmasında şaşılacak bir şey yoktur. Hatırlardadır ki, bırakalım Nüvütüzm gibi geniş bir konuyu, ömrünün 45 senesini uzak iklimlerdeki tembel hayvanlara ayıran ya da ömrünün tamamını Saussure incelemelerine vakfeden ya da keza değerli yıllarını Giresun Rum Evlerine ayıran bazı bilim insanları konularını tam anlamıyla kuşatamadıklarını itirafa mecbur kalmışlardır. O halde söz konusu makalenin sahibini yalnızca British Library'nin senelik bülteninde nüvütüzm hakkında çıkan yayınların sayısına bir göz atmaya davet ediyorum. Kendisini bu zahmetten kurtarmak için bu rakamın 5 haneli olduğunu ekleyeyim....

Bilindiği gibi nüvütüzm ve onun sözde kurucusu hakkındaki araştırmalar kollara ayrılmış bulunmaktadır. Önceleri akademik dergilerde yayınlanan tabir caizse "ortodoks nüvütük" bir takım makaleler daha sonra da yine zengin bibliyografyalı, birinci elden arşiv malzemelerine dayalı (ki bunlardan az sonra bahsedeceğiz) saygın çalışmalar. Esasen nüvütüzmün kendisi de böyleydi. Nüvüt ya da Nüvit'e son derece bağlı, ilkelerinden ödün vermeyen bir çekirdek kadro. Ama idrak ettiğimiz şu son on beş yılda kabaca "post-nüvitik" denebilecek yeni kollar türemiştir. Bunlar arasında hayli marjinal olan hatta ortodoks nüvitiklerce dışlanan gruplar olduğunu da biliyoruz. Zannımca Sayın (ya da Saymayın, siz okurların takdirine kalmış) von Beangeul de bu gruplardan birine ait. Belki de o bir sol-nüvitik. Her ne kadar kendisi provokatif bir biçimde nüvitizmden bahsedilemeyeceğini ileri sürse de...

Nüvitizm bir akım olabilir mi olamaz mı? Nüvitist nehrin debisi nedir? Tartışmanın derli toplu bir özeti için geçen sene "tuhaflıklar vakfı" tarafından yayınlanan "nüvitizm compendium"a ve Oxford'un -bibliyografyası eskimiş olmakla birlikte hala önemini koruyan- Nüvit Reader'ına başvurmak yeterli. Nüvit ister yaşamış olsun ister menkıbevi bir şahsiyet, sonuçta yıllardır ona atfedilen görüşler, eserler, söylenceler önümüzde durmaktadır. Bunların Hegel-vari bir sistem oluşturmadını da görüyoruz.(bu bağlamda sayın von Beangeul’ün, Nüvüt'in bir numen, bir kendinde şey olduğu yollu iddalarına şaşırdığımızı belirtmeden geçemeyeceğiz) Bu tip fenomenolojik yaklaşımlar yanılgıya sebep olabilir. İstenmeyen adam : nüvit isimli kitapta ayrıntılarıyla ortaya konulduğu gibi nüvit artık "şeyleşmiştir".

Bu eleştiri yazısının sahibiyle belki de tek anlaştığımız nokta Nüvit'in mitolojik şahsiyeti ve onun hakkında anlatılanların güvenilmezliğidir. Geçen yazıda yer darlığından ötürü fazla ayrıntıya giremediğimiz bu konuda okurlarımızı biraz daha aydınlatalım. Gerçekten de bir değil bir çok nüvitten bahsetmek mümkündür. Bir "legand" olarak nüviti ele aldığımızda söylencenin bir çok varyantları göze çarpmaktadır. Mesela bir takım apokrif metinler (ki bunları nüvitik kilise reddetti, öte yandan neo-nüvitik gruplar mal bulmuş mağribi gibi atıldılar bunların üzerine) bu şahsiyetin Çin'e gittiğinden, budist-taoist tapınaklarda hakikati araştırdığından bahsetmektedir. Hiç şüphe yok ki bu rivayetlere yol açan, onun haiku yazması olmuştur. Bu bağlamda yıllardır otantikliği tartışılan Bir kelebeğin kanadı bir concorde'un kanadından daha ihtişamlıdır başlıklı denemeler ve Gölgemi Çin'de bıraktım yine gelip beni buldu başlıklı anı kitabı zikredilmeden geçilmemelidir. Hatta bu sonuncusunda onun en popüler haikularından biri de bulunmaktaydı:


Havaya attım fişeği
Döndü dolaştı köşeyi
Yoldaşımı sorarsanız
Paçacının kör eşeği


Hafızası kuvvetli okurlar kitap yayınlandığında edebiyat çevrelerinde kopan fırtınayı hatırlayacaklardır. Nüvit'e atfedilen sahih haikular kitabının saygın editörü, yazdığı sert eleştiri yazısında her şeyden önce haikunun bilinen şekli ve yapısıyla eldeki bu dizeler arasındaki tutarsızlığa işaret etmişti. Buna mukabil "Nüvitçe" dergisinde çıkan bir yazıda gayet kuvvetli argumanlarla Nüvit'in bu haikusuyla haiku tarihinde bir çığır açtığı ve onu Anadolu motifleriyle süslediği ileri sürülmüştür. Hatta Japonya'da saygın bir gelenek olmasına rağmen haikunun ölmesine de bu haiku sebep gösterilmiştir. Bu tartışmaları hiç kuşkusuz linguistik araştırmalar aydınlatacaktır.

Yeri gelmişken onun mitolojik özdeyişlerinden biri olan "perspektifsiz bak dünyaya" sözü üzerinde de duralım. Bu özdeyişin c-image benzeri bir görsel projenin uzantısı olduğu da iddia edilmekteyse de şimdilik böyle bir esere rastlanılmamıştır. Spritüalist Nüvitiklere göre bu sözüyle o "dünyayı yönlerinden arındırarak olduğu haliyle görmeyi" hedeflemiştir. Bu da onu Swedenborg'dan sonraki en büyük mistik yapmaktadır(bk. Almanya da yayınlanan Meister Nüvit, vol.4) Nüvitin perspektifsiz bakarak ne gördüğü ise cümle alemin meçhulü olarak kalmıştır. Kimilerine göre gördüğü "gerçek" sebebiyle her türlü sanatsal faaliyete son vermiştir ama bu tartışmaya açık. Çünkü Nüvitizm ilk döneminde ne pahasına olursa olsun yeni bir şeye başlamak ve bitirmemektir; ikinci döneminde ise "başlama" buyruğu esastır. Ya da halk dilindeki gibi "sakın başlama" (bk. Eskişehir'de bulunan bir Nüvit özdeyişleri yazması")

Bize ayrılan yer yine bitti. Fırsat bulabilirsek bu mühim şahsiyet ve akım etrafındaki tartışmaları nakletmeye devam edeceğiz.


Dr. Stanislav Innocento

nüvitismus hakkında 3: 'nüvitismus eleştirisi'ne yanıt - Dr. K. von Beangeul

Her şeyden önce bana böylesine nazik bir konuda açıklama yapma fırsatı verildiği için ne kadar minnettar olduğumu belirtmek istiyorum. Nazik; çünkü son 30 senede birçok kişinin bu konuya el atmaya çalıştığı ancak konuyla beraber konu nesnesini de sadece bulandırdığını gözlemliyorum. Minnettarım, konuya son noktayı koyacağım için değil ancak son nokta konulamayacağını anlatmama bir fırsat çıktığı için.

Disiplinlerin her biri ele aldıkları konuyu yüceltmekle işe başlarlar. İlk önce diğer disiplinlerin zengin araçlarından nasıl yoksun olduklarını anlatarak sızlanırlar sonra da karşısında durulanın ne kadar karmaşık ve geniş bir konu olduğunu söylerler. Böylelikle güçlüğün önemle eşitlendiği tuhaf bir doyum ortaya çıkar. Bunlardan mümkün olduğunca kaçmaya çalışacağım; yani konumu yüceltmekten

O halde genel tanımlara bir eleştiriyle söze girmek en doğrusu olsa gerek.

Öncelikle, çok büyük bir yanlış anlamayı çözmek lazım gelir. 'Nüvitismus' bir akım olamaz çünkü bir felsefe değil bir yöntemdir. Tıpkı yapısalcılıkta olduğu gibi bu konuyu karıştıran ve kendini 'nüvitist' gibi bazı gruplar arasında sayan birçok düşünür ortaya çıkmıştır (bkz. nüvitist düşünce vakfı [kuruluş 1970], Doğu Avrupa'da nüvit ve yankıları [AB komisyonu raporu, yayın tarihi 1968, tüm üye devletlerce imzalanmıştır], Matematikte yeni nüvitimler, bölüm 2 [yayına hazırlanmakta]).

Bir yöntemdir, dedim, çünkü, her şeyi kapsayıcı bir bütünlüğe sahip olmaktan ziyade bütünlüğünü veren (ki böyle bir bütünlük olduğu tartışmalıdır, bkz. aşağıda) bir süreçtir. Eyleme alanı dışında bir Nüvit’ten söz etmek olanaksızdır; bunun eylem adamı olmakla bir ilişkisi yoktur. Aradaki ince fark ileriki bölümlerde incelenecektir. Zaten kimilerinin Nüvit'in yaşadığına dair şüpheleri de bu farkın yarattığı boşluktan faydalanmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca Nüvit’in gerçekten yaşamış olup olmadığının son kertede hiçbir anlamı yoktur; yani Nüvit, sadece kendinde değil, kendi için şeydir de.

Yine yaşamış olduğuna dair kuşkular onu mitoloji alanına hapsetmeye çalışır. Aslında Nüvit’in varlığının, hatta belki de tek varolan kişi olarak varlığının delili de mitoloji alanında aranmalıdır. Ama farklı bir bakışla. Nüvit, mitolojinin vücut bulmuş halidir. Bu anlamda başkalarının bilinçdışı olarak var olduğu için reddedilmesi daha kolaydır.

Kendisinden günümüze ulaşan bilgiler, sahih, hasen ve zayıf olarak üçe ayrılmaktadır. Bu anlamda dikkatli bir inceleme ya aktarılanların çoğunun yanlış olduğunu ya da bir değil birçok Nüvit’ten bahsetmemiz gerektiğini gösterecektir. Ayrıca yapılan araştırmalar gençliğine doğru gittikçe bu bilgilerin yanlış olma oranlarının arttığını da göstermektedir.

Bunlara rağmen, evet doğru birçok alanda eyleyen bir adamla karşı karşıya olduğumuza dair bir şüphe yoktur (bkz. Fantastik dünya fiziğinin kanunları, Geometrisiz müzik/geometri siz müzik, Ötonazi yasasına bir eleştiri (latince orijinali için Criticus otonozazisuz kanunus, Topkapı müzesi), Çin seddine astım kendimi ibret olsun diye (gençlik şiirleri), Vahşi bir pencere ya da narcissusun dişleri (6 perdelik elektronik opera); eserlerin tam bir listesi icin bkz. Kaspar David’den sonra Nüvit’i yeniden düşünmek. Stanislav Innocento).

Büyük başarıları arasında sayılan Haiku’yu Anadolu’ya getirmiş olması da aslında bir yanlış anlamadır. Nüvit’in başarısı haiku’yu Anadoluya getirmiş olması değil zaten Anadolu’da ortaya çıkmış bir tür olduğunu ispatlamış olmasıdır. Ne yazık ki bu konuda yazdığı kitabı Asimaka isimli bir Japon araştırmacı tarafından Japonya’ya zarar vereceği gerekçesiyle imha edilmiştir. Nüvit’in Toplu Kavgalar adlı mimariye dair eseri ve İbn-i Kılıç’ın Teferruat-ul hülasa adlı dil çalışması bu eserden alıntılar yapmaktadır.

Kaltak adlı bestesi için zamanında engizisyon mahkemesi tarafından çıkarılan karara karşı savunması aslında bu eleştirilere en iyi yanıtı da oluşturur. Söz konusu isim ‘takalk’ın bir anagramıdır ve Doğu Azteklerde ‘felek’ anlamına gelmektedir. Eserin yapısı da bu anagrama çok paraleldir. Re diyez tonundaki eser daha sonradan mi majore geçer ancak aynı notalar üzerinde dolaşmaya devam eder. Bu da bir anlamda müziksel anagramdır ve felsefi açıdan oluş ve eylem arasındaki zemin farklılıklarını ve sonucun bunlardan bağımsız olarak (insanin ‘felek’ gibi diyesi geliyor) aynı kalmasına dairdir.

Aslında birçok disipline bulaşmış olmasını buradan okumak gerekiyor belki de. Aralarındaki farklılıklar Nüvit için hiçbir zaman sonuca yansımaz. Sınır yoktur. Oluş ile kaybedileni eylem kazandıracaktır ve eylem ile kaybedileni oluş.

C-image adlı eserini de bunları dikkate alarak düşünecek olursak film, film oluşuyla değil sonsuz oluşuyla değerlidir. C-image, baştaki c’nin sona yazılmasıyla adeta yarım kalan bir imago’yu oluşturmaya çalışır. Film karşısındaki kişiye bir ayna tutar. Sonra kişiyi aynalaştırır. Öyle ki perdede artık kişi kendisini değil sonsuzu görür. İmago’nun ve dolayısıyla benliğin bu kastrasyonu sonsuzun kazanılmasıyla ödüllendirilmiştir. Tıpkı eylem ve oluş ilişkisi gibi. Ama bu kez ne oluş vardır ne eylem. Sadece sonuç vardır yani sonsuz. Filmin bu kadar yerilmesinin ve 1,5 dakikalik filmin 2 saatlik olarak tasarlandığının düşünülmesinin tek nedeni de bu sonsuza açılan kapıdır.

Böylelikle ‘başla ama bitirme’ ve bunun son noktası olarak ‘başlama!’ bir gerileme olarak düşünülmemeli tam tersine olasılık evrenine açılan bir sonsuz, ilerlemenin en üst noktası olarak görülmelidir. Bu noktada Nüvit’in ne yapabileceği belirsizdir dolayısıyla her şey yapabilir. Her şey olmaya çalışırken hiçbir şey olamama da bu anlamda en büyük inkardır.

Nüvit isminin etimolojisine girerek son sözlerimi söylemek istiyorum.

Nüvit ismi sanılanın aksine nüvüt’ten gelmemektedir. Hatta bir yerden gelmektedir demek bile yanlıştır, eksiktir. Kelime için ileriye doğru bir etimoloji (tersten etimoloji) yapmak en doğru yöntemdir. Kelimenin farsçdaki hali, yani ‘newid’ ile yetinmek böylelikle çok yanıltıcı olacaktır. Bu haliyle ‘newid’ müjde, yeni haber anlamlarını taşımaktadır. Ancak ileriye dönük bir etimoloji, söz konusu şahıs hakkında çok doğru bilgiler verecektir. Newid, günümüzde bilindiği gibi New-ID yani yeni kimlik biçimini kazanmıştır. Bu açıdan yeni bir kimlik edinmenin nasıl müjdeli olduğunu sadece hayatı değil isminin kendisi de göstermektedir.

Dr. K. Von Beangeul

16 Eylül 2007 Pazar

nüvitismus hakkında 2: nüvitismus eleştirisi - Dr. Stanislav Innocento

Nüvitismus nedir? (ayrıca bkz. Nüvitik, nüvitsel, boş adam maddeleri)

Başlıbaşına bir etüt mevzuu teşkil eden böyle geniş bir meseleyi burada bihakkın ele almak her ne kadar gücümüzü aşmaktaysa da okurlarımızdan gelen yoğun talep nedeniyle, son zamanlarda trend hatta konsept haline gelen, ne var ki etimolojisi ve içeriği tartışmalı bu kavramı aydınlatmamız farz olmuştur.

Nüvitismus so-called bir akım haline gelmeden önce neydi, nasıl ortaya çıktı?

En eski kaynaklara inanılacak olursa gerçekten de akıma adını veren biri yaşamıştır. (yine bu kaynaklardan bazıları adının nüvit değil "nüvüt" olduğunu iddia etmektelerse de konu şimdilik açıklığa kavuşturulamıştır. Fonetik delil olarak krş. müzik-müzük )

Araştırmacıların çoğu Nüvit'i mitolojik bir arketip olarak kabul etme eğiliminde olmakla birlikte, yine de onun hakkında anlatılanlardan bu pseudo-şahsiyete dair bazı bilgilere ulaşılabilir. İlk gençliğinden itibaren enerji ve eforunu bir değil bin sahada harcayarak sonunda hiçbir şey başaramamak onun için bir idealdi (bazı düşman kaynaklar, bunun bir ideal değil hayatta karşılaşılan sürekli başarısız neticelerin yüceltilme yoluyla yansıtılması olduğunu iddia ederler. Bu konudaki ikincil literatür burada anılamayacak kadar fazladır. Bir değerlendirme için bkz. Şerhli Nüvit Bibliyografyası, biyografik eserler, cilt 5.)

Başlangıcından günümüze Nüvitismus adlı eserde de değinildiği gibi bir kaç kere batı ülkelerine seyahate de çıkan Nüvit buralarda aradığını bulamayarak doğduğu topraklara dönmüştür. Öte yandan Yeni başlayanlar için nüvitismus adlı eserde bu yolculukların onun buhranlı iç dünyasında yarattığı keskin dönüşümler de ayrıntısı ile ele alınır.

Nüvit ya da Nüvüt müzikten şiire, heykeltraşlıktan resme ve yönetmenliğe kadar her naneye bulaşmış fekat muvaffakiyet kaydedememiş bir isim olarak karşımıza çıkıyor. Ona düzülen en büyük övgüler ve atfedilen eserler arasında haikuyu Anadoluya getirmesini (ki bunun üzerine Japonya'da haiku yazılmaz olduğu da rivayetler arasındadır bkz. Doğuşundan nüvit'e haiku, Tokyo, 2066), Kaltak isimli imprivizasyonu (eserin otantik olduğunda şüphe yoktur ancak ismin yakıştırma olduğu açıkça görülüyor) ve bütün zamanların en çok gürültü koparmış, skandala yol açmış sanat eseri olan C-image'ı sayabiliriz.

C-image'ın gerçek kimliği üzerine yazılıp çizilenlerin haddi hesabı yoktur. Tartışmalar haklı olarak Stravinsky'nin Bahar Ayini ile Duchamp'ın Pisuar'ını akla getirmektedir. Kimi araştırmacılar c-image'in 2 saati aşkın uzun bir filmin ancak girişi ya da jeneriği olduğunu iddia etmektedir. Bunlara göre bu kadar meşhur bir eserin bir buçuk dakikadan ibaret olmasına imkan yoktur (bu bağlamda nüvit'in adı megalomanyaklığın tarihine de geçmiştir, yer darlığından dolayı burada giremiyoruz meseleye).

Sinema tarihçilerinin bir çoğu bunu yapılmış ya da yapılacak en kötü film olarak acımasızca eleştirirken, bir kısmı da eseri deneysel film dalında bütün zamanların en önemli, en ihtişamlı debut'u olarak değerlendirmektedir. Bu kadar farklı ve uç yargılara konu olan bir eserin büyük bir eser olduğu her şeye rağmen su götürmez.

Bize ayrılan bu kısa bölümde sizlere aktarabildiğimiz bu bilgileri, Nüvit'in defin töreninde atılan nutkun son cümlesiyle sonlandıralım: "her şey olmaya çalışırken hiçbir şey olamayan biri"


Dr. Stanislav Innocento

nüvitismus hakkında 1: sunuş yerine

Sunuş yerine...

Yıl 1973, bir kış ayı. Paris’te La défense yakınında hoş bir kafe vardır. Bir çörek alana bir tane de bedavaya verirler.

Dr. K. von Beangeul’le randevumuz var. Bir önceki gece aramış, çok sinirli olduğu zamanlar yaptığı gibi her cümleyi en az iki kez tekrarlayarak mutlaka buluşmamız gerektiğini söylemişti.

Paris’te olduğunu bile bilmiyordum. 7 aydır kimse haber alamamıştı ondan. Üstelik bu, daha sonra sıklaşacak kayboluşlarının henüz ilkiydi ve hepimiz çok merak içindeydik.

Kafeye geldiğinde masaya bir dergi fırlattı, selam bile vermeden. Onca yazı arasında, üzerine alınan notlar dolayısıyla neredeyse okunamaz hale gelmiş metni kastettiğini anlamamak mümkün değildi zaten.

Metin “Nüvitismus eleştirisi" başlığını taşıyordu. Yazarı ünlü Dr. Stanislav Innocento idi.

Yaklaşık 6 saat boyunca bana metni ve yazarını acımasızca eleştirdi. Bitirdiğinde ilk kez çayından bir yudum aldı, “yakında yanıtım eline geçecek” dedi ve peşinde bir sürü soru bırakarak masadan kalktı. Şaşkına dönmüştüm.

Gerçekten de yaklaşık bir hafta sonra posta kutumda bir zarf ve içinde de Dr. Innocento’ya yanıtını buldum. Metni her zamanki gibi fransızca değil, italyanca yazmıştı. Bu tercihe hala anlam verebilmiş değilim. Fransızcaya çevrildikten sonra bazı politik meseleler nedeniyle basılması 6 ay kadar gecikti.

Ancak basıldığında sonu gelmeyen bir kavga başlamış oldu. Senelerdir de bir türlü son nokta konulamadı.

Derli toplu bir eser ortaya çıkarmaktan uzak olan bu yazışmalar kanımca von Beangeul'ün şahsını anlamak için kitaplarından çok daha büyük bir anahtardır. Bu nedenle, kavgayı başlatan metin de dahil olmak üzere tüm yazışmaları üzerlerinde hiçbir değişiklik yapmadan yayınlamaya karar verdim.

Değinmek istediğim son bir husus da tartışmaya onlarca yıl boyunca katılmış araştırmacıların çokluğu. Bunların bir kısmı, herkesin bildiği ve yakından tanıdığı kişiler. Ancak bazıları için tarih daha unutkan davrandı, birçok değerli çalışma böylelikle sadece konu üzerinde uzmanlaşmış kişilerin kütüphanesinde hapis kaldı.

Bu nedenle yeri geldikçe bu kişileri bir parça tanıtmaya çalışarak onları en azından anmayı kendime görev bildim.


İyi Sıhhatte Olsunlar Derneği

14 Eylül 2007 Cuma

Futbol taraftarlığı hakkında 3

Genel inanışa göre Hz. İsa son yolculuğunda sırtında tahtadan bir çarmıh taşıyarak yürümüştür. Ancak o dönemde yaşamış ünlü bir tarihçi olan Ebu Serge'e göre Hz İsa'nin taşıdığı kesinlikle bir çarmıh değil kale direğinin köşesidir.

Peki Hz İsa neden sökmüştür kale direğini? Bir şeye mi kızmıştır?

Evet. Bütün deliller gerçekten de İsa'nın sırtında bir kale direği taşıdığını gösteriyor; hem de hemen bir maç sonrasında!

Söz konusu maç Romalılarla bir tepsi baklavasına yapılmıştır. Aslında çok centilmence başlayan maç, o zamanlar futbol kurallarının hala bir standarda kavuşmaması dolayısıyla tam bir savaş alanına dönmüştür.

Biliyorum hala bazı spor yazarları futbol kurallarının her zaman bugunkü gibi olduğunu düşünmektedir safca. Ancak durum kesinlikle böyle değildir. Örneğin, Romalıların kuralları günümüz futboluna daha yakınken Hz İsa ve on iki havarisinin (ki Beckham +10 gibi bazı reklamlar tamamıyla bu futbol karşılaşmasından etkilenmiştir) kuralları Hz Musa’nın on emrine dayanmaktadır. Hz İsa ve havarilerinin futbolu dinsel bir pratik olarak görmelerine de şaşmamak lazım gelir zaten.

Ünlü din alimi Cormus Lasteta'ya (3. YY) göre bu on emir şu şekilde futbola yansımıştır:

1) takımın için bir simge kullanmayacaksın (bu yüzden de İsa'nin takımının aslan, kartal gibi bir simgesi bulunmamaktadır. Bu tür simgeler tanrıya şirk koşmak olacaktır)

2) boş yere tezahürat yapmayacaksın

3) gece maçı oynamayacaksın (belki teknik olarak imkansız olduğu düşünülse de gece maçı yapmak olağan bir durumdu. Ama inanışa göre bütün gün çalışan ve maç yapan tanrı geceleri maç izlemezdi; o yüzden de buna saygı göstermeli ve maç yapmamalıydı. Ülkemizde bir zamanlar çıkan "gece oynansın, gece oynansın" şeklindeki monoton tezahüratin da bu anlamda bir musevi düşmanlığı içerdiği açıktır)

4) babana ve anana hürmet edeceksin (bu kuralın bir futbol maçındaki anlamı çok açık değildir. ancak anlaşıldığı kadarıyla günümüzde bazı futbolcuların yaptığı gibi terli terli su içmek, küfür etmek, arkadaşlarına bağırmak gibi konularda yasaklar içermektedir)

5) faul yapmayacaksın

6) gol sonrasında, kutlarken takım arkadaşlarına sarılmayacaksın, timsah yürüyüşü yapmayacaksın

7) karşı oyuncunun topuna müdahale etmeyeceksin topuyla istediği gibi oynayacak

8) yalan soylemeyeceksin (Maçlarda hakem kullanılmazdı. Oyuncular hemen taç, korner gibi durumlarda sorumluluğu üzerine alırlardı. Daha sonradan hakemin çıkması ise bu kurala artık uyulmaması değil fazla uyulmasından kaynaklanmasıydı. Öyle ki taça çıkan top için 22 kişi birden "ben attım" demeye başlamıştı)

9) karşı takım oyuncusunun kasıklarına tekme atıp sonra o kişinin karısına tamah etmeyeceksin (şimdi gülünç gelse de o günlerde çok yaygındı bu, sevdiğiniz bir kız varsa onun kocasını futbol maçında haklayabilirdiniz)

10) başka takımlara transfer olmayacaksın

Neyse ki bu büyük futbol karşılaşmasına ait istatistikler bir tablet üzerine kazınmış halde Kudüs yakınlarında bulunmuştur. Çok belirgin bilgiler içermese de, örneğin Hz İsa'nın bir gol attığını ve sarı kart gördüğü kayıtlarda geçiyor.

Ama İsa'nın hangi olay nedeniyle kale direğini söktüğünü şüpheci Thomas anlatıyor...

Futbol taraftarlığı hakkında 2

Asıl önemli olan şehirlerin galaksimiz gibi sürekli genişlemesi ve kendine yeni sınırlar bulmasıdır. Tek başına Zerefelli'nin teorisi futbol açısından çok önem arz etmemektedir. Ancak ünlü mantıkbilimci ve dilbilimci Alexandre Zizou'nun çalışmaları ile birleştirilince bizi çok önemli bir bulguya getirir. Zizou'nun kaleme aldığı Il signatorri della parta et della kullia (Cüzi ve külli hakkında sayıklamalar ve hayıflanmalar, 1297) bütün ve parça ilişkileri içindeki rol dağılımını ve bu anlamda fusbalem önermelerini incelemektedir ve aslında Port Royal ve daha sonra Palo Alto okulunun futbolsal bağlam ve dil üzerine yazdıklarının öncelidir.


Buna göre sadece karşıtı bulunana kadar geçerlidir fusbalem’ler. Örneğin, sarı-kırmızı normalde sarı-laciverte karşıt değildir. Ama belirli bir dönemde ve belirli bir anlam aksına göre bu renkler birer fusbolem olarak karşıtlaşabilirler. Zizou'nun bulguları Galimardi'nin listesini doğrular ve onun daha ekonomik bir versiyonunu sağlar.


Bu devrimsel düşünce gerçek değerini Zerefelli ile birleşince kazanmaktadır. Galaksimiz gibi büyüyen şehirlerin bir evreden sonra karşıtını bulmakta güçlük çektiği ve dolayısıyla kendi içinde parçalanmaya gittiğini söylemektedir bu düşünce. Zerefelli'ye göre, ben merkezli başlayan futbol taraftarlığı, çeşitli evreleri aştıktan sonra bir şehir takımına sonra ülke takımına yönelir; ancak bu büyüme dünya takımına geçtiğinde başka gezegenlerdeki futbol takımlarıyla bir ligin eksikliği dolayısıyla durur ve kendi içinde parçalanır. Büyük şehirler de benzer şekilde yeni kurallara göre parçalanıp yeniden düzenlenirler. İnsanın metropollerde yurtsuzluğunun simgesidir bu yapay kategorilere geçiş.


Bu bulgu, ayrıca ünlü antropolog ve ethnolog Dimitri Kostan'in gerçekleştirdiği (16. yy) saha çalışmalarıyla da doğrulanmaktadır. Güney Amerika yerlilerinin sözlü aktarımlarına göre dünyanın ilk futbol maçı tanrılar ve şeytanlar arasında gerçekleşmiştir. Şeytanların hakemin yanlı olduğunu iddia etmesi nedeniyle maç iptal edilmiş ve gelecekte tekrarlanmasi kararlaştırılmıştır. Yine bu mitolojiye göre ilk futbol maçında ofsayt gibi bir kural bulunmamaktadır ve maç hakkındaki haberler diğer bölgelere, taş levhalara kazınmış halde iletilmektedir (ilk spikerlik kurumu da böylelikle kurulmuş olur).


Bu kabilelerde parçalanma durumu olmasa da içerilme ilişkisi hala geçerlidir. Örneğin oturan kanarya takımının bir taraftarı aynı zamanda bulutsuz gökyüzü takımının da otomatik olarak bir taraftarıdır çünkü birincisi coğrafi olarak ikincisi içinde yer almaktadır. İçerilme ilişkisinin mantığı nedeniyle herhangi kapsayıcı iki coğrafi bölge birbiriyle maç yapamaz.


Yerlilerin daha o yıllarda çözdüğü bu konu günümüzde tam bir karmaşaya dönüşmüştür. Örneğin Beşiktaş ve İstanbul takımları aynı maçta karşı karşıya gelebilmektedir.

Belki din tarihine daha yakından bakarsak bunun nedenleri açıklık kazanabilir.

13 Eylül 2007 Perşembe

Futbol taraftarlığı hakkında 1

Çok öncesine değil 13. yüzyıla geri dönmek yeterli aslında futbol taraftarlığının kökenlerini anlamak için. Bilindiği gibi 13. yy'da konuya ilişkin en önemli eserlerden biri yazılmıştır: Tractatus Fusbalus: lex ermanum der spitzel topus (British Museum Kat 2. Özel sergi salonu). Galimardini söz konusu eserde futbolun genel kurallarını tanımladıktan sonra, futbol taraftarlığı ve yorumculuğuna dair bir takım felsefi çıkarımlarda bulunur. Her ne kadar Marx daha doğmamış olsa da Galimardini futbol taraftarlığının toplumla birey arasında bir yerlerde bulunduğundan söz açar. Bu ara katmanı sağlayacak olan çeşitli özlerden bahseder (ki bunları fusbalem olarak adlandırır).


Söz konusu fusbalem’ler konusunda İbn'i Kerun da yazmıştır ve yorumlari çok ilginçtir. Kerun, fusbalem'lerin ahad ve vahdet kuralına uygun olarak işlediğini söyler. Yani hem biriciktir hem de her yerde bulunur. Galimardi'nin doğu kaynaklardan faydalandığına dair bir delil yoktur ortada. Ama ünlü Hagi el-Harim'den fıkıh ve futbol (sol back) dersleri aldığı bilinmektedir.


Kitabının dördüncü bölümünde bu fusbalem'leri ve fusbalem olması imkansız öğeleri bir liste halinde sunar. Zamanının çok ilerisinde bir listedir bu. İçinde hayvanlardan tutun hayali yaratıklara, kıtalardan ada kültürüne, her şeye rastlamak mümkündür. Ancak bir önemli madde vardır ki bugünkü çarpıklığın tüm temellerini gözler önüne serer: metropoller. Evet metropollerin listede yer alışı olumsuz şekildedir. yani Galimardini, metropollerin bir fusbalem unsuru sağlayamayacağını iddia eder.


Sadece bu husus hakkında dört ciltlik bir eser (Fusbalem ex termino der metropoli, 1534) yazmış olan ünlü şehirbilimci ve mimar Zerefelli'nin araştırmaları gerçekten çok aydınlatıcıdır. Zerefelli 14. yy sonlarında metropollerin ülkeleşmesine ilişkin bir tez ortaya atmaktadır bu kitapta. Ona göre insanlar fusbalem yoksunluğuyla yaşadıkları yeri tüm-mekan olarak algılamaya başlamıştır.


Zerefelli, 19 büyükşehirde yaptığı araştırmalar sonucunda bu şehirlerin belirli bir eşik değerini aştıktan sonra galaksi sistemi gibi davrandığı sonucuna ulaşır.


Kıta felsefecileri ve ada fizikçileri arasındaki anlaşmazlık da bir bakıma Zerefelli'nin Newton'la mektuplaşmalarından ileri gelmektedir (bkz. Those letters that should be burned!). Zerefelli'nin galaksi metaforu bir anlamda Newton'un fikirlerini ondan izinsiz kullanıldığı şüphesini uyandırır.


Newton bir kış gecesi İngiltere kraliçesinin balkonunda unutulup soğuktan donmadan önce Zerefelli hakkında kraliçenin tellaliyle dertleşmiştir. Aralarındaki ilişki konusunda muğlaklık olsa da Kraliçenin tellalinin anılarını kaleme aldığı kitapta (bkz. Kir ve terle geçen yıllar, Sakkur 1367) Newton'un aklını kaçırmak üzere olduğu ve "kelli felli, zerefelli" diye bağırarak ortalıkta dolaştığı anlatılmaktadır ve bu da, Newton'un pekala da bilerek balkona kapatılmış olabileceği tezini kuvvetlendirmektedir.

Bu konuda Zerefelli'nin söyleyecekleri artık konumuzdan iyice sapmamıza neden olacağı için hiç girmiyoruz. Hatta bazı iddialar Newton'un (ki koyu bir Liverpool taraftarıdır) Zerefelli'den etkilenip teorisini buna göre şekillendirdiğini dile getirmektedir.